Gezi

BENİM MARAŞ’IM

Bir Maraşlı olarak zaman zaman karşılaştığımız bir soru var: Nasıl oluyor da diyorlar, Maraş gibi küçücük bir kentten bu kadar çok edebiyatçı bir anda ortaya çıkabiliyor?

İnsanın yolu Maraş’tan tesadüfen geçmez. İnsan, Maraş’a azmederek gider. Çünkü Maraş, geçiş yolları üzerinde kurulmuş bir kent değildir. Onun, coğrafya olarak özgün bir konumu var. Haritada her ne kadar ana geçiş yollarının üzerinde imiş gibi görünürse de bu görünüş aldatıcıdır. Gerçekten de haritaya bakıldığında Maraş’ın doğusunda Malatya ve Adıyaman, batısında Kayseri ve Adana, kuzeyinde Sivas, güneyinde Gaziantep yer almaktadır. Bütün bu geçiş yollarının tam orta yerinde konumlanmış olan Maraş’ın kendisinin güzergâh üzerinde bulunmayışı ilginç bir olay sayılmalıdır. Maraş, Ahır Dağı’nın eteklerinde kurulmuş, son birkaç on yıl öncesine kadar dünyayla, çevresiyle pek ilişiği olduğu söylenemeyecek; daha açık bir söyleyişle dünyayla ilişki kurmamış, belki ilişki kurmaya “tenezzül etmemiş” bir konum sergilemekteydi.

Benim Maraş’ım, doğduğum kent, işte bu dünyayla ilgisini koparmış olan kentti. Benim Maraş’ım derken, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği, 1940’lı ve 50’li yılları hatırımda tutuyorum. Ve o yılların Maraş’ını… 35 bin nüfuslu, kent merkezi olarak doğusunda Pınarbaşı’ndan, batısında Batı Park’a kadar uzanan, kuzeyi Arkbaşı kırlarının başladığı sınırdan güneyde Kahramanmaraş’a kadar uzanmayan (şimdiki tren istasyonunun iki kilometre kadar kuzey içlerine düşen) dar bir alan içindeki Maraş…

Benim Maraş’ım sadece karayolları güzergâhının değil, demiryolu güzergâhının da dışına düşerdi (hâlen de öyledir). Batıdan gelip doğuya giden demiryolu, Narlı’da kuzeybatıya bir dirsek yaparak Maraş tren istasyonunu bulur ve orada kalır. Oradan öteye demiryolu da gitmez ve Maraş tren istasyonu kördür.

Coğrafya olarak çevreye böylesine kapanık olan Maraş’ın insanları da çevrelerine uzun yıllar kapalı kalmışlardır ve onların karakterini kendine özgü bu kapalılık yoğurmuş, oluşturmuştur. Bu itibarla Maraş insanı, hep kendine yeter olmayı, hep kendi yağıyla kavrulmayı istemiştir. Daha doğrusu, kentin tabiatı belki de onu böyle olmaya zorlamıştır: Tekrar edeyim, ben, benim Maraş’ımdan bahsediyorum, benim çocukluğumun Maraş’ından…

Benim sözünü açtığım Maraş, kendine yetme ruhunun doruk noktasına 1920 yılının Şubat ayında ulaşmıştı: O yılın 20 Ocak’ında, Sütçü İmam’ın Fransız askerlerini kurşunlamasıyla başlayıp, tam 21 gün süren Maraş Kurtuluş Savaşı, bu kendi kendine yetme ruhunun somutlaşmasını ortaya koyar. Maraş, o savaşta sadece kendi insanından, sadece kendi çetesinden, sadece kendi yerel örgütünden yararlanır. Dışardan hiçbir yardım almaz. İşgalcileri toprağından kovduğunda da bunu sadece kendisi bilir. Modern zamanlara yeni bir destan eklemek için yapılmamıştır bu savaş, sadece dinin buyruğuna uymak için yapılmıştır, o kadar.

Benim Maraş’ım genelde ve esasta bir tarım kentidir. Tarımla uğraşan insanların temel ırası benim insanımın ruhuna sinmiştir: Kendine yeterli olmak. Başkasına muhtaç olmamak, kimseye el açmamak, kula kulluk yapmamak bu kişiliğin asal öğeleridir. Bu insan ticarette fazla başarılı değildir. Ticaret dışa açılmayı gerektirir. Ticaret komşu kentlerle, komşu ülkelerle ilişki kurmayı, oralara gitmeyi, oralardan mal almayı, oralardan mal getirmeyi gerektirir. Oysa Maraş’ın konumu (coğrafyası) uzun yıllar buna müsait olmamıştır. Ve Maraşlılar, ticarete lüzum hissetmemişlerdir. Kent içindeki ufak tefek bakkaliye işleri elbette yapılmıştır, ama bu bile kendine yetmenin tecellisi olarak ve o kadarla kalmıştır.

Maraş, dışarıya kapalı olduğu için, hele o benim Maraş’ımın sert ve uzunca kışları düşünülürse, o mevsimlerde ne yiyip ne içtiği sorusu akla gelebilir. Maraşlılar, yazın bağlara göçerler. Bu bağlar, kent merkezine 8-10 kilometre, en uzağı bilemedin 20 kilometre mesafede, Ahır Dağı’nın etekleri boyunca batıdan doğuya uzanan, rakımları kent merkezine göre birkaç yüz metre daha yüksekte olan küçük yaylacıklardır. Bu bağlarda bol ve çeşitli türlerde üzüm yetişir. Keza ceviz, badem, fıstık gibi kabuklu yemişler yetişir. Maraşlılar üzümden samsa, sucuk gibi, kendilerine yıl boyunca yetecek şıralarını yaparlar. Kış armudu, nar gibi meyvelerini özel yöntemlerle kış için saklarlar. Dut, incir gibi yemişlerini, keza kaysılarını kurutup saklarlar. Bütün bu yemişler, yemiş kuruları, samsa, sucuk gibi özel prosesten geçirilerek hazırlanan şıraları onlara, özelde kış mevsimini, geneldeyse bütün bir yılı rızık kaygısı çekmeden geçirmelerini sağlar. Aynı şekilde et sucuğu (buna Maraş’ta irişkit denir) yapılır. Ve en önemlisi, evet en önemlisi Maraş’ın kendine özgü tarhanasıdır. Bu tarhana Türkiye’nin, dolayısıyla dünyanın başka hiçbir yerinde yapılmaz. Maraş’ın dondurması gibi, bu tarhanası da sadece kendine mahsustur. Zahmetli, meşakkatli bir yapılış şekli vardır ama bu zahmete herkes keyifle katılır. Bu tarhananın nasıl yapıldığının anlatılması ayrı bir yazıya konu teşkil edecek kadar uzun ve ilgi çekicidir. Mesela şapta ve çığ, Türkiye’nin başka yerlerinde kullanılmayan, tarhananın iki dış malzemesinin adıdır: Şapta kavak ağacından yapılmış sırıklara, çığ da ince kamışlardan örülmüş bir tür hasıra verilen addır. Çığlar, şaptaların üzerine yayılır, taze tarhana da çığların üzerine serilerek kurutulur.

Maraş’ın kuru yemişleri, şırası, tarhanası ve öteki kışlık zahiresi, onun kendine yetme arzusunun, dahası kendine yetme ırasının dışavurumlarıdır. Sonbahar, üzümlerin olgunlaştığı, dolayısıyla üzümden bastık, pestil, sucuk, samsa gibi kışlık şıranın yapılma mevsimidir. İşte bazı üzüm çeşitlerimiz: Ağüzüm (aküzüm), marhabaşı, bandırma, külefi, yıldız, kabarcık… Ha, tabi azezi… Bunların her birinin olgunlaşma mevsimi, kullanılma yeri ayrıdır. Söz gelimi şıra için kabarcıkla azezi kullanılır; ağüzümden yapılan şıra biraz daha beyaz ve yumuşak düşer. Yazın, yaylak olarak çıkılan merkez köylerimizin adları şairanedir: Kazma, Üngüt, Ayakçıloluk, Kerhan, Güzlek, Gafarlı, Ağyar (Akyar), Sarız (Sarıkız’dan bozma), Kozludere, Tekerek ve benzeri… Dağlarımız daha az şairane değil: Maraş’ın eteklerine yayıldığı Ahır Dağı’ndan başka, kentin uzaklarında, ama havasıyla Maraş’ı besleyen öteki dağlar: Engizek Dağı, rakım: 2814 m., Armut Dağı, rakım: 2450 m., Berit Dağı, rakım: 3027 m., Nurhak Dağı, rakım: 3081 m. Ve mahallelerimiz: Devecili, Mağaralı, Nahırönü, Tekke, Kayabaşı, Çiçekli, Kuyucak, Divanlı, Kümbet, Şekerli, Ekmekçi, Uzunoluk, Boğazkesen, Kanlıdere, Kaladibi, Aladan, Küçükçavuşlu, Atoluğu, Seriyaltı (Sarayaltı’dan bozma), Arkbaşı, Pınarbaşı, Abarabaşı… Bunlar, gelişigüzel aklıma gelen semt, mahalle veya mevki adları.

Maraş, coğrafi konumuna rağmen, son yıllarda, kentleşme yönünden inanılmaz bir patlama gerçekleştirmiştir. 1950’lerin 35 binlik kenti nerede, bugünün 350 binlik kenti nerede? Bu kentleşmenin yedeğinde taşıdığı sorunları aktarmanın, bu yazının konusu dışına düştüğünü düşünüyorum. O, ayrı bir konu. Olayın beni ilgilendiren yanı şu: Ben, şimdi benim Maraş’ımı tanımakta acze düşüyorum. Kırk küsur yıldır (1958’den bu yana) sürekli kalmadığım Maraş’ı her yıl, kısa sürelerle de olsa, ziyaret ediyorum. Her defasında, tanımadığım bir yeni caddenin, bir yeni semtin kurulmakta olduğunu görüyorum. Benim Maraş’ımsa, her yıl biraz daha kayboluyor; yeni kurulmakta olan Kahramanmaraş’ın yanında küçülüyor, bu yeni Maraş’ın nerdeyse eski bir mahallesi hâline dönüşüyor. Eskiden her köşe başında rastladığımız su tulumbaları sökülmüş, çeşmeler, pınarlar kurumuş. Eskiden bir Pınarbaşı’nın suyu 35 binlik kente yeterdi; şimdi yetmiyor, barajlar kuruluyor. Kentimizin çevresinde baraj göletleri oluşmuş durumda. Bu, Maraş’ın havasını oldukça değiştirmiş diyeceğim. Bu yılki ziyaretimde kentin havasını hayli rutubetli hissettim.
Bu olağanüstü kentleşmeye rağmen Maraş kendine özgü özelliklerini korumayı sürdürüyor. Söz gelimi köfte çeşitlerimiz: İçli köfte, çiğ köfte, kısır, mercimek köfte (yavan köfte de denir), ekşili köfte, yoğurtlu köfte, sulu yağlı köfte, simit köftesi (simit, ince öğütülmüş bulgurdur) ve yerel düğünlerin başyemeği olarak keşkek aşı ile kabaklı hâlen rağbettedir. Karakucak güreşleri de hâlen sürdürülmektedir. Maraş, dünya ve Avrupa’ya olimpiyat yarışmalarına şampiyon güreşçiler sunmuştur. Ama Maraş bence güreşçiden çok pehlivanların yurdudur. Bakırcılık, sırma işlemeciliği, ağaç oymacılık gibi el sanatlarının ihya edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ve belediyemizin iki değerbilir davranışını burada anmadan geçmek nankörlük olacaktır: Kayseri yönünden Maraş’a girişte açılan bulvara Necip Fazıl Kısakürek adı verilmiş; kent içinde açılan geniş, yeni bir caddeye de Cahit Zarifoğlu Caddesi denilmiş.* Bunlardan biri Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın, öbürü günümüz edebiyatının önde gelen adlarındandır. Ama Maraşlı şair, hikâyeci ve yazarlar bu ikisinden ibaret değil elbette. Hayati Vasfi, Mustafa Zülkadiroğlu, Derdiçok, Âşık Memmet (Mehmet) hemen akla gelen halk şairlerimizdir. Ayrıca günümüz edebiyatında yerleri olan şair ve yazarlarımız: Nuri Pakdil, Şeref Turhan, Erdem Bayazıt, Alaeddin Özdenören, Akif İnan, İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı, Kadir Tanır, Bahattin Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Şevket Yücel, Şevket Bulut, Tahsin Yücel, Kamil Aydoğan, Adnan Tekşen, Sezai Uğurlu, Bünyamin K. ve daha onlarca ad… Bütün bu saydığım ve şimdi sayamadığım adları, günümüz edebiyatını besleyen damarlardan kabul ediyorum.

Bir Maraşlı olarak zaman zaman karşılaştığımız bir soru var: Nasıl oluyor da diyorlar, Maraş gibi küçücük bir kentten bu kadar çok ad bir anda ortaya çıkabiliyor? Maraş’ın esas itibariyle dışa kapalı bir coğrafyada konumlandığını söylemiştim. Dışarıya doğru açılmayı ve genişlemeyi düşünmeyen Maraşlı, içe ve kendine doğru derinleşmede mesafeler kat etmiştir. Maraş, şimdi üniversitesiyle de kendine yeterli olmak istiyor. Kentleşmeyle birlikte sanayide de atılımlar sağladı. Maraş’ın bu yenilenme hareketini, bir yanıyla kendisi Türkiye ile bütünleşirken, bir yanıyla da kendi kültürünü Türkiye bütününe iletme çabası olarak yorumluyorum. Ve benim Maraş’ımın kültüründen yeni bir Kahramanmaraş’ın doğduğunu görmek istiyorum, görüyorum.

* Bu yazı yazıldıktan sonra bir mahalleye M. Akif İnan Mahallesi, bir liseye Erdem Bayazıt Anadolu Lisesi, Doğumevi civarında bir sokağa Alaeddin Özdenören Sokağı ve Kültür Merkezine Necip Fazıl Kısakürek adlarının verildiğini gördüm. Belki görmediğim başka yazarların, şairlerin adları da mevcut olabilir.

Yazar Hakkında

Rasim Özdenören

Yorum Ekle