Edebiyat

BİR TÜRKÇE SEVDALISI: DİYAMANDİ

19. yüzyılda Kayseri Talas’ta dünyaya gelmiş, Rum iken Müslümanlığı seçmiş bir avukat. Öğrencilerine Türkçe öğreten, Mevlânâ okutan bu âşığın hayatından pasajlar…

Yaman Dede adını, bir kitapta, yakıcı bir mektubuna rastladığımda duymuştum. 1884 yılında Kayseri, Talas’ta dünyaya gelmiş, ailesiyle bebek iken Kastamonu’ya göçmüş, İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun olup avukatlık yapmış, Rum iken Müslümanlığı seçmiş bir âşık. “Gönül hûn oldu şevkinden…” diye başlayan ünlü naat ona ait. Diyamandi, elmas demek. Anadolu’da “Yamandi” olarak telaffuz ediliyor. Sonradan Müslüman olan bu Mevlânâ âşığı güzel insana, üstadı Ahmed Remzi Dede, “Yaman” adını verir. Yaman Dede olur. Sonra Hak aşkıyla yandığı için Yanar Dede derler. Birçok azınlık okulunda hocalık yapar. Öğrencilerine Türkçe öğretir. Mevlânâ’yı okutur. Yaman Dede’nin bu yakıcı yaşamını roman olarak yazdım. Mektup formatını tercih ettim. Kendi mektuplarından da yararlandım. Size kısa bir bölümünü sunuyorum. Roman, yakında yayımlanacak.

Gönlü güzel çocuğum,
Anneciğim Kastamonu’da bir derneğin üyesiydi. Babamın söylenmelerine rağmen sık sık toplantılarına giderdi. Aklımın erdiği günlere kadar indiğimde hatırlıyorum, bizi, ısrarla dininin erkânına uydurmaya çalışırdı. Yılda dört kez perhiz yapar, et ve balık yemezdi, sadece paskalyadan önce yerdi. Çarşamba ve cuma günleri çok önemliydi. Bir gün önce mutlaka oruçlu olurdu. Cumartesi günlerini daha keyifli geçirirdi. Günlerin en kutsalı cumartesiydi. Bize yarım kollu cüppe giydirir, aynı renkte bir başlık takardı. Kendisi daima siyah, uzun bir elbise giyerdi. Birkaç defa düğüne de gittiğimi hatırlıyorum. Gelin nasıl da özenle süslenmiş. Günlerce düşünülen, saatlerce uğraşılan bir netice. Beyazlar içinde… Melek gibi. Herkesin gözleri ışıldıyor. Ebeveynlerin içi eziliyor. Hüzünle gurur karışmış. Gelinle damat, saygılı bir şekilde papaz efendinin önüne doğru yürüyor, yüzüğü veriyor, vaftiz anne ve babası da onlara eşlik ediyor, birlikte bekliyorlar. Papaz dua ederken, altın sarısı bir yaprakla birbirine geçmiş tacı gelinle damadın başının üzerine tutuyorlar. Duadan sonra çiftler, el ele, arkada vaftiz anne babaları birkaç tur atıyorlar. Bir kadeh şarap getiriliyor. Önce damat içiyor, geline veriyor, o da içtikten sonra ikinci kez sırayla tekrarlanıyor, kadeh papaza uzatılıyor, kalanı da o içtikten sonra kadehi kırıyor. En çok bu hoşuma giderdi, kadehin kırılması… Heyecanla onu beklerdim.
Güzel evladım,
Hâlimi soruyorsun. Ben de bilmiyorum. Artık eskisi kadar itirazlarım kalmadı. Gönlümü dinliyorum. Neredeyse hiç itiraz kalmamış. Düşünüyorum da, Talas’tan Kastamonu’ya göçmemiz, canımın ulaştığı yeni bir durakmış meğer… Aşktan başka bir sermayemiz yokmuş. Şimdi neden öğrencilerime sık sık “mesele imam ya da papaz olmakta değil evladım, imam camide, papaz kilisede vaaz verirken taşlar dile gelebiliyor mu? Mesele bu. Çalışın böyle bir vaaz verin, ben de övünçle gelir, elinizi öperim.” dediğimi daha iyi anlıyorum. Kastamonu, hayatımda yeni bir sayfanın ilk kelimesiydi. Bir zamanlar Bolu sancağına bağlıymış. Şeyh Şaban-ı Veli Kastamonu’ya Bolu ocağından geldi. Hiçbir şey tesadüf değil. Hiçbir şey yeni de değil kızım, her şey ezelde olmuştur. Şimdi görüntü perdeye yansıyor ve biz onu yeni görüyoruz. Olan olmuş, olacak olan da olmuş… Biz yeni idrak ediyoruz. Bugün üzücü bir haber geldi. Eniştem zatürreden umutsuz bir hâlde yatıyormuş, doktor da ümidi kesmiş. Gidip Aziz’ime yalvardım, himmetini istedim. Döndüğüm zaman hastayı yüzde yüz farklı buldum, o akşam doktor da şaşırdı. Kendisi Hristiyan olmakla birlikte hazretin himmetine nail olduğuna inandı. Cuma günü benimle birlikte ziyaretine geldi, şükranlarını sundu. Zaman zaman ziyaret edeceğini söyledi. O gece Eyüp Sultan’da cuma namazından önce Kuran okunurken içimde şu emel yanmaya başlamıştı, gece boyu bu sürdü. Kendi kendime şöyle demiştim: “Namazdan sonra herkesten önce camiden çıkayım, kendimi kaldırıp mermere fırlatayım, şöyle feryat edeyim: “Ey müminler, Allah’ı ve sevgilisini seven beni çiğnemeden geçmesin!” Bu mutluluğu sanki hayalen yaşadım. Bütün Müslümanlar sanki beni çiğneyip geçtiler. O mutlulukla kendimden geçtim. Taşlar saadetime gıpta ettiler, güvercinler bunu nağmelerle bestelediler. Bu satırları şimdi kalbimin kanıyla yazıyorum. Öğrencilerim içinde bu satırları en çok kim anlar acaba? Ben yazdıklarımı anlayacak hâlde değilim. Sultanın eşiğinde boğazlanmakta olan bir kurbanda, anlayıştan eser kalır mı? Bu haşre kadar sürecek, yeniden dirileceğim ana kadar beni boğazlayacaklar, kanım haşre kadar akacak… Ulu bir sultanın kutsal kılıcı kanlı boynumda işledikçe dayanılmaz saadetlerle can veriyorum. Her an bir can veriyorum. Allah bana yeni bir can gönderiyor, o canlar geldikçe birer birer o sultana sunuyorum. Karşınızda gördüğünüz, o sultanın kılıcı ile o yüceler yücesinin eşiğinde kalıbından ayrılmış ruhumdur, o canlardan sadece birisidir… Ne kadar anlatsam da boş canım kızım, çünkü asıl konuşan o. Asıl kişiliğim o sultanın ayakları ve kılıcı altında hiç durmadan can veren kurbandır.

Canım kızım,
Bugün Taksim’de bir dostumu ziyarete gittim. Dönüşte Alman sefaretinin yanındaki mescide uğradım. Ezanı dinleyince fenalaştım, namazı güçlükle kıldım. Çıktığımda ayakta durmakta zorlanıyordum. Bir ara mescidin duvarına yaslandım. Soluklarım sıklaştı. Mecalsizdim. Başımı tutamıyordum. Bir öğrencim belirdi, hâlimi görünce şaşırdı: “Hocam hayırdır, neyiniz var, hastamısınız?” diye sordu. Gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. “Hayır, evladım
hayır” dedim, “İyiyim. Bir şeyim yok. Az önce ezan-ı Muhammedî okundu. Onun ismini duyunca kendimi kaybediyorum. Ayakta duracak gücüm kalmıyor. Ya bir yere dayanmam ya da oturmam gerekiyor.” Zavallı çocuğun gönlüne de ateş düşürdüm. İnsan kimseyi üzmemeli. Ben de eşimi ve çocuğumu incitmemek için çok uğraştım. Onlara acı vermemek için ibadetlerimi gizli yapmaya çalıştım. Evde rahat yapamayınca herkesin uğramadığı camilere giderdim, namaz kılmak için. İstanbul’un sapa yerlerindeki mescitleri benim kadar bilen yoktur. Bazen bu camilerde de bir tanıdığı görerek, namaz kılmadan boynum bükük geri döndüğüm çok olurdu. Gerçi Müslüman olduğunu açıklamadan da namaz kılmakta bir sakınca yok, ama bunu nasıl anlatmalı… İnsanın başkasının gönlünü görecek gözü olmayınca ne yapmalı?
Canım kızım, ne yazayım bilmiyorum ki! Kelimeler giderek tükeniyor. Sessizlik daha manalı hâle geliyor. Anlatacak çok şey var ama sessiz kalmak hâlimi daha güzel anlatıyor. Bugün derste Mevlânâ ve Fuzuli’den okudum. Zil çalınca öğrencileri seyrettim… Bazıları hançer darbesine uğramış gibi inliyordu. Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini yanarak okuyanlardı…

Ciğerparem,
Saadetin Ölmez çiçekleri gözyaşlarıyla sulanırsa büyürmüş. Gelin evindeyiz, annem bir Rum düğününde kınaya götürdü bizi, içeride bağdaş kurmuş, çenemi iki elimin arasına almış geline bakıyorum. Sağdıcı elindeki küçük mendille gelinin terini siliyor. Sonra, “an ksanagatso nifi, ksero na gamaroso” diyor, eğilip gelinin yüzüne bakıyor, terini silerken imayla tekrar etmesini söylüyor, gelin tekrar ediyor: “An ksanagatso nifi, ksero na gamaroso…” “Bir daha gelin olursam nasıl kurumlanacağımı biliyorum…” En çok fesleğen türküsünü sevdim: “Fesleğenim, ufak tefeğim manzuranam benim. Beni anamdan babamdan ayıracak olan sensin. Fesleğenim, ufak tefeğim karanfilim benim. Beni babamdan ayıracak olan sensin. Gel seni bir öpeyim, sen de beni öp ve ben itiraf edersem, sen de et! Gel seni öpeyim ve hemen gidiver. Seni biri görmesin, beni seven demesin. Senin dudaklarında benim yanağımda ben var. Gel güzel kuşum seni bir öpeyim, fesleğenim ufak tefeğim cilvelim, camlı pencereye gel ki simit gibi olan yüzünü göreyim.” Birkaç kez neşeyle söylediler. Pazartesi günü başlamış düğün, hâlâ sürüyor, kaç gün olmuş? Bir ara çeyiz odasına girdim, yorganlar çalgılar eşliğinde kaplanıyor, yorgan iğnesiyle elde kaplıyorlar. Başı bütün, yani başından sadece bir nikâh geçmiş olan bir kadın başlatıyor işi. Sonra diğer hanımlar yardıma geliyorlar. İstanbul yemenisi denilen bir kumaşla yapıyorlar. Bugün, çarşamba. Düğünün en hararetli günü. İki gün kaldı. Konuklara sık sık kahve, lokum, bisküvi, şerbet ve sigara ikram ediliyor. Fesleğen türküsünü çok sevdim. Simit gibi olan yüzünü göreyim…

Yazar Hakkında

Sadık Yalsızuçanlar

Yorum Ekle