Dosya

Çanakkale Destanı Ve İstiklâl Marşı

“Geldikleri gibi giderler!” diyen Mustafa Kemal gibi Âkif de ümidini asla kaybetmiş değildi, fakat derin bir teessür içindeydi.

İtilaf devletlerinin 1915 yılında bütün güçleriyle Çanakkale’ye yüklendikleri sırada şair Mehmet Âkif Berlin’deydi.

İngiliz ve Fransızların sömürgelerinden devşirilmiş Müslüman askerlerden esir aldıklarını çeşitli kamplarda toplayan Almanlar, Osmanlı Devleti’nden bu askerlere yanlış cephede savaştıklarını anlatabilecek etkili din adamları istemişlerdi. Farkında olmadan Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan bu askerlere telkinde bulunması için Teşkilât-ı Mahsûsa tarafından Almanya’ya gönderilen Âkif, gelişmeleri oradan yüreği ağzında takip ediyordu. Bu harp gerçekten “çelik zırhlı duvar”la “iman dolu göğüs”ün çarpışmasıydı; fakat Âkif bu çarpışmadan zaferle çıkacağımıza bütün kalbiyle inanıyordu. Onun nazarında geleceği karanlık görerek azmi bırakmak alçaklıktı; son nefer düşünceye kadar direnmeliydik, çünkü eğer Çanakkale geçilirse her şey bitecekti. Berlin Hâtıraları’nda, “Korkma” diyordu; ileride yazacağı İstiklâl Marşı’nın da ilk kelimesi olan “korkma”, Âkif’in sözlüğünde “Sakın endişe etme, asla ümidini kaybetme!” anlamına geliyordu:

                                                                                                                                                                                                Korkma!
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz:
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğerki harbe giren son nefer şehîd olsun.

Enver Paşa’nın Teşkilât-ı Mahsûsa Reisi Eşref Sencer Bey’e gönderdiği telgraftan zafer müjdesini alınca doya doya ağlayan Âkif’in gözyaşları, bir süre sonra, Çanakkale’de mucizeler yaratarak şehit düşen binlerce Mehmetçik için kelimelerle ördüğü ihtişamlı türbenin harcına karışmıştır.

Birinci Dünya Savaşı, arkasında büyük acılar ve yıkıntılar bırakarak sona erdi. Osmanlı Devleti, tarihine yaraşan muhteşem bir direniş göstermiş olmasına rağmen yenilmişti. Mukadder akıbeti ne muhteşem Çanakkale Zaferi, ne de Teşkilât-ı Mahsûsa’nın çabaları önleyebildi. Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, dün Çanakkale Boğazı’nda çakılıp kalan İtilaf Devletleri donanması hiçbir engelle karşılaşmadan geldi, İstanbul Boğazı’nda demir atıp toplarını Dolmabahçe ve Yıldız Sarayları’na çevirdi. “Geldikleri gibi giderler!” diyen Mustafa Kemal gibi, Âkif de ümidini asla kaybetmiş değildi; fakat derin bir teessür içindeydi:

İnler Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz

diyordu ama, kendini çabuk topladı; Sebilürreşad’da yayımlanan yazılarından birindeki şu cümle, Anadolu’da, Mustafa Kemal önderliğinde başlayan büyük kıyamın ve daha sonra bu kıyamın felsefesini dile getirecek olan İstiklâl Marşı’nın ruhunu vermektedir: “Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları târihen müsbet bir hakikattir (…) Tarih de gösteriyor ki Türk istiklâlsiz yaşayamamıştır.”

İslâmcı bir şairin değil, Türkçü bir yazarın kaleminden çıkmışa benzeyen ve İstiklâl Marşı’nda:

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım

mısralarında şiire dönüşecek olan bu cümleler, Âkif’in duruşunu çok açık bir biçimde gösteriyordu. Millî Mücadele konusunda onun asla tereddütlü bir dönemi olmamış, dergisiyle, kalemiyle ve fiilî olarak başından itibaren bu mücadelenin içinde yer almıştı.

Millî Mücadele’yi aslında Çanakkale’de uyanan ruh kazanmıştır; bu ruh benzersiz ifadesini, Safahat’ın altıncı kitabı olan Âsım’da, Köse İmam dilinden Çanakkale’nin anlatıldığı bölümde bulur. İstiklâl Marşı, bu bölümün imbikten geçirilmiş hâlidir. Çanakkale’yi anlamadan Millî Mücadele’yi, Âkif’in Çanakkale Destanı’nı anlamadan da İstiklâl Marşı’nı anlamak mümkün değildir. Ne demek istediğim, Erkân-ı Harbiye tarafından 1915 Temmuz’unda Çanakkale Cephesine davet edilen şairlerin yazdıkları şiirlerle 1921 yılında açılan millî marş yarışmasına gönderilen şiirler okunduğu takdirde daha iyi anlaşılacaktır.

1915 yılının haziran ayında, aralarında Tevfik Fikret’in de bulunduğu otuz kadar şair, yazar, ressam ve bestekâr Karargâh-ı Umumî İstihbârât Şubesi Müdürlüğünden birer davet tezkeresi almış ve bunlardan bir kısmı 1915 Temmuz’unun ortalarında cepheyi gezdikten sonra, gördüklerini kendi sanatlarının diliyle ifade etmişlerdi. Çok sayıda sanatkâr davet edildiği halde, inceleme gezisine katılanlar parmakla sayılacak kadar azdı: Ağaoğlu Ahmed, Ali Canip [Yöntem], Hamdul­lah Suphi [Tanrı­över], Hakkı Süha [Gezgin], Mehmed Emin [Yurdakul], Hıfzı Tevfik [Gönen­say], Orhan Seyfi [Orhon], İbrahim Alaeddin [Gövsa], Enis Behiç [Koryürek], Ahmet Yekta [Madran], Muhid­din, Çallı İbrahim, Nazmi Ziya [Güran], Selâhattin.

On gün süreyle Arıburnu ve Seddülbahir’de muharebe alanlarını gezen ve ateş altında düşmana en yakın siperlere kadar giderek savunma muharebelerinin hangi şartlar altında yapıldığına şahit olan şairler tarafından yazılan manzumeler, daha sonra Harp Mecmuası’nda ve Yeni Mecmua’nın Çanakkale muharebelerine ayrılan özel sayısında yayımlanmıştır. Bu şiirler şaşılacak derecede kurudur ve vazife icabı yazıldıkları daha ilk mısralarındaki heyecansızlıktan anlaşılmaktadır.

Bir ölüm kalım savaşı verilirken devrin edebiyatının bu kadar duyarsız kalmasını ve yazılan metinlerin ruhsuzluğunu anlamak zordur. Ne yazık ki aynı şey Millî Marş yarışmasına gönderilen şiirler için de söylenebilir. Meclise sunulmak üzere yedi yüz yirmi dört şiir arasından seçilen “İleri, arş ileri, arş ileri/ Geri kalsın vatanın kahpeleri”, “Türk oğludur bu millet/ Türk’ündür bu memleket”, “Gözyaşına vedâ et/ Ey güzel Anadolu/ Hakkını korur elbet/ Türk’ün bükülmez kolu” gibi tekerleme benzeri şiirler, edebiyatımız açısından yüz kızartıcıdır. Bu şiirlerin seviyesine bakılınca, elenen yedi yüz on sekiz şiirin nasıl bir sefalet arz ettiği rahatlıkla tahmin edilebilir.

Devrin tanınmış şairleri yarışmadan haberdar mı olmamışlardır, yoksa bu yarışmaya iltifat mı etmemişlerdir, bilmiyoruz.

İstiklâl Marşı’nı, hiç şüphesiz, Hakkın Sesleri’ne ve Çanakkale Destanı’na imza atan Mehmet Âkif yazabilirdi. Ankara hükümeti tarafından Dr. Rıza Nur’dan sonra Maarif Vekilliğine getirilen Hamdullah Suphi Bey bunu çok iyi biliyordu; Çanakkale’de muharebe alanlarını gezen edipler arasında o da vardı ve bu geziden sonra yazılan şiirlerin seviyesi hakkında çok açık bir fikre sahipti. Milli Marş’ın Âkif tarafından yazılması için ısrar etmesinin sebebi budur. Hiç şüphe yoktur ki imparatorluğun çöküşüne ve beş yüz küsur yıllık vatan topraklarının bir bir elden çıkışına en içten ağlayan da Âkif’ti, Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin ruhunu en iyi ifade eden de…

Hamdullah Suphi gibi Türk Ocaklarının önderliğini yapmış bir Türk milliyetçisinin, Mehmet Âkif gibi yakın zamanlara kadar İslâm birliğini savunmuş bir şairden millî marş yazmasını istemesi, kurucu kadronun yüksek kalitesine işaret ettiği gibi nasıl bir Türkiye arzuladığını da gösteren son derece anlamlı bir jestti. Yeni Türkiye hep birlikte inşa edilecekti.

İstiklâl Marşı’nın önemli mesajlarından biri de budur.

Yazar Hakkında

Beşir Ayvazoğlu

Yorum Ekle