Röportaj

Gönüllere Üfleyen Virtüöz!

Yazar: TR Dergisi

“Yok birbirimizden farkımız. Müzik ortak lisanımız, ortak muhabbetimiz. Hepimiz bu lisan ile kardeşçe yaşayabilir, tüm dünya bir araya gelebiliriz. Hiç zor değil!”

“Yok birbirimizden farkımız. Müzik ortak lisanımız, ortak muhabbetimiz. Hepimiz bu lisan ile kardeşçe yaşayabilir, tüm dünya bir araya gelebiliriz. Hiç zor değil!” diyen Müzisyen Ömer Faruk Tekbilek ile Üsküp’te keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Sayısız uygarlığa ev sahipliği yapmış Anadolu, eşsiz hazinesine rağmen uluslararası tanınırlığa sahip nadir sanatçılar çıkarmış. İşte o nadir sanatçılardan biridir Ömer Faruk Tekbilek. Genç yaşlarda Mevlevi şeyhiyle, dervişleriyle, tasavvufla ve sufi müziğiyle tanışan; büyük hoca, sanatçı ve yapımcılarla çalışan; dev yapımlarda başrol oynayan; onlarca enstrümana hükmeden Ömer Faruk Tekbilek, “Sufizm ve müzik birbirine sarılmıştır, iç içedir. Müzik yapmak dua etmek gibidir.” diyor. Ses zenginliği ise dünyaya bakışları, müziği yorumlayışları, farklı kültürlere ait sesleri birleştirebilmeleriyle sanat dünyasından farklı olan Mevlevi dervişlerinden geliyor.

Geçen yıl yaptığımız bin iki yüzü aşkın etkinlik arasında onun da olması için çok uğraşmıştık. Haziran ayında Üsküp Yunus Emre Enstitümüze nasip oldu, güzel de oldu. .tr dergisi olarak 40 gün 40 gece süren Üsküp Yaz Festivali’nin açılışı için Makedonya’daydık. Balkanlardaki kültür-sanat faaliyetlerinin önde gelenlerinden olan Üsküp Yaz Festivali’nin açılış etkinliği olması daha önemli kılıyordu Ömer Faruk Tekbilek konserini. Provalarla yorulmuş olan ney virtüözü Tekbilek, ertesi gün konsere çıkacak olmasına rağmen Akit gazetesinden Ahmet Can ve Ali Osman Aydın ile birlikte yaptığımız “kısa mülakat” ricamızı kırmamış, üç saat süren mülakat ve sabah ezanına bağladığımız tasavvuf ve müzik sohbeti ile iz bırakmıştı gönlümüzde. 15 albümü de rekor sayılabilecek satış rakamlarına ulaşan Ömer Faruk Tekbilek’in neden “Müzik yapmak dua etmek gibidir!” dediğini de neye üflerken büründüğü hâlden anladık.

Yunus Emre Enstitü ile nasıl tanıştınız?

İlk olarak 4-5 sene önce Almanya’da bulunan Yunus Emre Enstitüsünden konser daveti aldım. Ancak yoğunluktan kısmet olmadı. Üsküp Yunus Emre Enstitüsü de 3 yıl üst üste davette bulundu ancak yine Amerika’daki işlerimizin yoğunluğundan olumlu cevap veremedim. Üst üste aramalarından ötürü hem şeref duydum hem de olumlu dönüş yapamadığım için mahcup oldum. Menajerim Üsküp’teki festivalden bahsetti ve Üsküp YEE’nin bir kez daha davette bulunduğunu söyleyince, “Artık tamam.” dedim. Tüm işlerimizi durdurduk ve Üsküp Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Fuat Korkmaz kardeşim ve Muhsin kardeşimle telefonda konuştuktan sonra Üsküp’e geldik.

Çok güzeldi her şey, çok mutlu oldum. Kendimi evimde gibi hissettim. Kültürümüzü insanlara tanıtmak, insanlarla paylaşmak muhakkak ki o topraklarda doğan insanlar olarak bizim için kutlu bir vazife. Faaliyetlerini duyuyor, biliyoruz; Yunus Emre Enstitüsü de bildiğim kadarıyla dünyanın 50-60 ülkesinde bulunan Enstitüleriyle bu güzel, bu kutlu vazifeyi ifa ediyor; Türk dilini, kültürünü, sanatını tanıtıyor; ülkemizi tanıtıyor, insanımızı tanıtıyor. Başarılarının daim olmasını diliyorum. Yunus Emre Enstitüsü ile aynı şeyi yapıyoruz. Allah gazamızı mübarek etsin. Cenabıhak başarılarınızı daim etsin. Gayret bizden, tevfik Allah’tan. Ve o her şeyin en iyisini biliyor.

Atmosfer nasıldı? Üsküp, konser, salon?

Çok güzeldi. Allah-u Ekber. Muhteşemdi. Tutamadım gözyaşlarımı zaten. Sulattı gene hamdolsun, Allah’a şükürler olsun. Çok güzel. “Ne sen var ne ben, bir tek o Gaffar var!” diyor ya Veysel Baba. Cenabıhak işte kendinden güzellikler yansıtıyor insanlara. İnsanı ayna yapıyor kendine.

Neyden ilk sesi çıkardığınızda hissiniz ne idi?

İki ay uğraşmıştım ama kendi kendime. İlk ses çıktığında ilk yaşadığım şey gözlerimden yaş akması oldu. Şimdilerde mesela, Japonların “şakuhaçi” isimli bir enstrümanı var, onu deniyorum. Onun üfleme tekniği farklı, biz yan üflüyoruz ses çıkıyor. Geçen gün evde uğraşıyorum, birden ses çıktı, tüylerim diken diken oldu. Yani daire tamamlanmış da vücudun içinde çözülüyor gibi bir duygu oluyor. Erimek gibi bir şey oluyor, dolduruyor içini.

İlk çaldığınız enstrüman ne idi?

Büyük ağabeyim bağlama çalardı. Evde hep bağlama vardı. Bağlama ile başlamamın sebebi de bu. Sonra dilsiz kaval ile devam ettim. Kavalın kafasını kesiyordum, dilsiz kaval yapıp ses çıkarmaya uğraşıyordum. Dilsiz kavaldan sonra neye geçtim. Çünkü ney, kavala nazaran daha kolay. Ney de aynı zurna gibi tek ses. Ara sesler yok. Ama neyde ara sesler var. Bunun için makamları çıkarmak daha kolay.

Büyük sanatçılar sanatçı sezgisine dayalı birtakım farklı mistik müşahedelerden bahsediyorlar. Sizin bu tip bir mistik müşahedeniz oldu mu?

Udu bayağı ilerletmiştim. Bir gün arkadaşlarla çalıyoruz. Ellerime baktım ki ben çalmıyorum, ellerim çalıyor. Parmaklarım gidiyor, geliyor. Çalmaya başladığınız enstrümanı bir zaman sonra aslında sizin çalmadığınızı fark ediyorsunuz. Elleriniz kendi kendine çalıyor.

Bu tasavvuftaki sekr hâli midir?

Evet, “Çekil aradan.” diyor sana. Zannediyoruz ki biz yapıyoruz. İşte o hâlde benlik kayboluyor. O ben dediğimiz şeyin farkındalığı yok oluyor. Ney çalarken hiç bilmiyordum melodiyi, çalıyorum. Aslında ney çalıyor. Yani bırakıyorsun kendini gidiyor. Yani insanın geliştirdiği o bırakabilme yeteneği, sekr hâli gibidir.

Özellikle neyin, diğer müzik aletlerine göre daha uhrevi bir hâl olduğu söylenir.

Tabii muhakkak. Bunun birinci sebebi nefes olduğu için. Çünkü nefesimizi kullanıyoruz. İkincisi nefesin ruhun derinliklerinden geldiğini en iyi ney gösterir. Neyin yapımı da “İlahi aşkla kavrulmaya.” benzetilir.

Çok zor yıllar yaşadığınızı biliyoruz. Hayat hikâyeniz üzerinden gençlere de tavsiyelerde bulunmak ister misiniz?

“Futbol maçında gaye nedir?”. Gol atmaktır elbette. Kaleyi hedefledikten sonra kaleyi unutmak lazım. İlla gol atacağım değil! Topla oynamanın zevkine, oyun oynamanın zevkine varmak ve oyun oynama kabiliyetini arttırmak, ondan sonra zaten gol olur. Bazen geliyor insanlar, “Hocam bu neyi çalmayı ne kadar zamanda öğrenirim, ne kadar zamanda taksim yaparım?”. Yani “Ne zaman gol atarım?” diyor. Hâlbuki evvela bir üfleyeceksin. Sonra zevkine bakacaksın.

Geçtiğimiz yıllarda yaptığınız konserlerde çaldığınız şarkılar arasında yaptığınız dualar da bir kesim tarafından eleştirildi. Siz hiç cevap vermediniz!

Bana da dediler bunu. Çünkü ben ilahileri bitirdikten sonra coşuyorum, tutamıyorum. “Elhamdülillahi Rabbil Âlemin!” diyorum bittikten sonra. Hatta bir yerde beni uyardılar, “Önyargılı insanlar burada çoktur, yanlış anlarlar.” Bir kere söylemedim, ikincisinde baktım kalbim titriyor. Sonra dedim “Bana ne? Kim ne derse desin, benim niyetim önemli.” Herkesin yargısı beni ilgilendirmiyor. Beni, benim samimiyetim ilgilendiriyor.

Sizi etkileyen ilk ses ne idi?

Bağ evine çıkardık. Kocaman bir çinko düşünsenize! Bir de çinkonun her yerinden farklı sesler çıkıyor. Ondan önce zaten evde başlamıştı. Annem çamaşır makinesini çalıştırdığında oluğun altına bir kap koyardı. Orada yaslanırdım pencereye, senfoni dinlediğimi zannederdim. Zevkten ölürdüm.

Yağmur size şarkı gibi geliyordu, öyle hissediyordunuz yani?

Hissetmek değil, duyuyorsunuz. Acayip melodiler çıkıyor. Çeşmeyi bile açtığında dikkatlice dinlediğinde her düşen damlanın değişik bir tonu olduğunu duyarsın. Ne senfoniler var her yerde, her şeyde… Odaklanmak lazım. Çünkü sessizliğin ritmi diye bir şey var. Neden duymuyoruz? Çünkü zihnimiz devamlı düşüncede.

Sessizliğin ritminin bir bestesi olduğunu düşündünüz mü?

Tabii ki! Zaten bana ilham veren o sessizlik.

Dünyadaki birçok sanatçı bu sesleri duyduğunu, bu melodilerin kulaklarına geldiğini söylüyor.

Beraber albüm yaptığım Bryan isminde ordinaryüs bir arkadaş, “Beste yapmak, dinleyebilmektir.” dedi, “Dinleyebilmek için de sessiz olmamız lazım.” Onunla ilk tanıştığımızda “Çal.” dedi bana. Ben çalıyorum. Pür dikkat dinliyor beni. Duyabilmek için zihni boş bırakmak lazım. Ben bunu onda gördüm. Bütün anlam bu zaten. Zihni boş bırakabilmek.

Yazar Hakkında

TR Dergisi

Yorum Ekle