Sanat

Kahve Taşmadan

Kahve sadece kahve değil, topyekûn bir hayat geçididir burada. Hatta dilden bir meydan okuyuş.

Her sabah tam 9.30’da karşı koyamadığım bir arzu uyanıyor içimde. Sanki ondan önceki bütün zaman onun için var. Toplantıdaysam ya da bir arkadaşımla buluşmuşsam, dilime doğru bir kelimenin ilerlediğini sonra da ‘kahve!’ diye şakıdığını fark ediyorum. Üstelik öylesi tutkuları olan birisi de değilim. Hele hele uzlaşmacı sayılırım yeme içme konularında. Alışkanlıklarım da var, her gün aynı sokaktan geçmek gibi. Ne var ki çabuk da vazgeçebilir, yönümü değiştirebilirim. Ama işte, her gün saat tam 9.30’u vurduğunda bana bir şeyler oluyor. Çokça mutfakta, bakır bir cezvede kendimi kahve hazırlarken buluyorum. Soğuk suyu özenle cezveye koyuyor, iki tatlı kaşığı saf kahveyi üstüne döküyor, kısık ateşle ağır ağır kaynatıyorum. Yavaşça karıştırıyorum cezveyi. Eğer bu işlemi yapmazsam bir şeylerin eksik kalacağını, birazdan damağıma çökecek lezzetin tam da yerine gelmeyeceğini hissediyorum. Kahve bir his meselesidir. Sabır ve aşk belki. Fincana dökülürken, köpüğü yayılırken daha bir belirginleşiyor bu aşk.

Kahvenin 500 Yıllık Öyküsü

Topkapı Sarayı’nda açılan ‘Kahvenin 500 Yıllık Öyküsü’ sergisine giderken içimde taşıdığım şey buydu. Birazdan, her gün hayatımın önemli bir ritüeline dönüşen şeyin geçmişine dalacağım. Fakat hafıza asla tekin değildir. Her bir yana uçuşan gezgin bir hayal kuşu da sayılır. İşte o kuşun getirdiği bir çağrışım daha. Uzunca süredir kütüphanemde bir kahve kavurma tavası duruyor. Biraz hoyratça mı davranıyorum ona? Kısalıp uzayabilen, istediğiniz yöne çevrilen işlevselliğiyle antika bir tava aslında o. Sevgili bir arkadaşımın hediyesi. Zor bulunur cinsten. Kararmış asil duruşuyla ikide bir beni de süzüyor. Oysa ben onun içine bozuk paralar, parlak materyaller ve bazen de elime gelen mini şeyleri atıveriyorum. Ama biliyorum onun ne kadar değerli olduğunu. Eğer koluna girer de ocağa, mutfağa taşırsam bana kahve kavuracağını, şenlik sunacağını…

İstanbul’un her köşesinde böylesi bir sergiyi açmak mümkündür. Ne var ki bir imparatorluğun kalbinde açılması ve dünyanın her yerinden gelen ziyaretçilerin akınına uğrayan bir sarayda gerçekleşmesi ayrıca anlamlı. Belki de padişah ile sıradan insanı içerken birleştiren, aradaki bütün sınırları kaldıran, eşitlikçi bir içki olmasının da sembolik bir değeri vardır bu buluşmada. Bir avuç kahveniz, biraz ateşiniz ve içecek mini bir kabınız varsa ona kavuşabilirsiniz. Gerçi tarih kitaplarından okuduğumuza göre her keyif verici şey gibi başlangıçta kahve de lanetlenmiş, yasaklanmış. Ama hiçbir sınır, hiçbir yasak onun kokusunun bir kere yayıldığı yere geri dönmesini önleyememiş. Kahve direndikçe yaşamış, var olmuş.

Topkapı Sarayı’nda Kahve Kokusu

Şimdi Topkapı Sarayı’nın iç avlusuna ulaşıp da sergiye doğru yol alan birisi için zamanın arka sokaklarına dalmanın vaktidir.

Kahve, kahve değirmeni, kahve tavası, kahve fincanı, kahveci, kahveci güzeli, kahve çekirdeği, kahve dibeği, kahve ocağı, kahve torbası, kahve kutusu, kahve mangalı, cezve, kahve ibriği, kahve güğümü… Kelimeler ne kadar da çok çiçeklenmiş burada. Bir çekirdek, bir kahve çekirdeği ne kadar çok eşyaya, eyleme, duruma karşılık gelmiş. Kültüre rahim olmuş sanki. Kahvenin sadece bir içecek değil, kültürün belli başlı aktörlerinden birisi olduğunu görmek için birebir bu sergi. Merak mı ediyorsunuz, Osmanlı toplumunda ilk kez nerede ve nasıl görünmüş? İşte Peçevi İbrahim Efendi’nin tarihi. Kitap açılmış, sayfalar sizi bekliyor. Her bir satırda dünün izleri yaşıyor. Harfler köpürüyor.

Kahve… Kahve…

Yeşil kahve, Nikaragua, Doğu Timur, Peru sırayla çekirdeklenecek, gözünüzün önünden geçecek. İşte bu çekirdektir demelisiniz bu zarif havanları doğuran, ahşabı zevk ve estetik içinde yoğuran… Bu değirmenler, bu kahve torbaları, kahve kutuları, mangallar, güğümler, fincanlar, cezveler. Cezve deyince durun!.. Bu insan zihninin ilginç tasarımı üzerine uzun uzun düşünün. Yumurta kaynatamazsınız onunla. Süt pişiremezsiniz. O sadece ve sadece kahvenin köpürüp coşması için vardır. Cezve o sebepten sadece eşya değil, güzelliğin dile dökülmüş halidir. Cezve gibi güzel olsun isteriz her şey yaşarken. Cezve kelime olarak da güzel, ses olarak da şiirsel.

 

Kahve ve Türkler
Saraydan en sıradan halk sofrasına kadar dalga dalga saltanat kuran kahvenin öyküsünü izlemek için kitaplar da var burada. Osmanlı İmparatorluğu’nun görsel hafızası olan bu minyatür kitapları gündelik hayatın tarih içinde yoğrulması da demektir. Renk saltanatının sağanağı altında, kahveyi, kahveci esnafını kolayca izleyebilirsiniz. Minyatürlerden seyyah çizimlerine, ressam çizgilerine, fotoğrafa kadar her bir bakış başka açısını verecektir size. Kahve renge ve çizgiye işleklik de kazandırmıştır sanki.

 

Osmanlıların en ilginç özelliklerinden birisi de vakıf anlayışlarıdır. Yaralı kuşlar için vakıf kurdukları gibi işte kahve için de vakıf kurmuşlar. Arzu, iktidar ve yaşama zevkinin öznesi olmuş kahve için bu hiç de şaşırtıcı değil. Bir tür koruma kadar yaşatma tutkusudur bu. Mihr-i Vefa Kalfa, Topkapı Sarayı’nın Helvahane Ocağına böylesi bir bağışta bulunmuş ve ismini yaşatmak kadar kahveye duyduğu sevgiyi miras bırakmıştır. Bir tür anayasa niteliği taşıyan vakfiyeler bu sevginin hukuk yoluyla da perçinlenmesidir.

 

Ve fincan… Neredeyse Arapça ve Farsçası birbirine çok yaklaşık şekilde telaffuz edilen bu kelime, Türklerin dilinde bambaşka yorumlara kavuşmuş hatta sonuna kadar Türkleşmiştir. Türküler, şiir ve metaforlar kadar güzellik yakıştırmaları bunun en açık kanıtıdır. Öyle ki kahvenin bakır cezvelerde köpürmesini yeterli bulmamış Türkler. Onun en güzel formda sunulması için düş görmüşler, fikir yürütmüşler.

 

Bugün dünyadaki en evrensel kelimelerden birisi kahve olmalı. Her dilde birbirine yakın ve hemen anlaşılan bir madde. Çin’de, Rusya’da, Almanya ve Amerika’da her gün tonlarca kahve içiliyor. Küresel kapitalizmin ana hammaddelerinden birisi o. Ve yine bugün yerel tatlar, ölçüler, ritüeller ve alışkanlıklar da büyük tehdit altında. Kahve de tek tipleşme tehlikesiyle baş başa. Topkapı Sarayı’nda açılan sergi bu açıdan da dikkate değer. Geçmişin nostaljisini, tarihin öyküsünü okumak adına değil belki de geleceği düşünmek için de bir fırsat. Kahve, zevk, lezzet, estetik ve özgün hayat demek çünkü aynı zamanda…

 

 

ULAŞIM

Atatürk Havaalanından:

Havaalanı içerisinde yer alan metro hattı ile son istasyon olan Aksaray’a kadar gelebilirsiniz. Buradan Yusufpaşa İstasyonu’nda aktarma yaparak Sultanahmet durağında inmeniz gerekmektedir. Ayasofya Müzesi ve Hürrem Sultan Hamamı önünden geçerek Topkapı Sarayı Müzesine ulaşabilirsiniz.

Marmaray ile Ulaşım:

Marmaray hattını kullanırsanız Sirkeci İstasyonu’nda inmelisiniz. Cağaloğlu-Vilayet çıkışını takip ederek İstanbul Valiliği önüne çıkabilirsiniz. Buradan sola doğru kıvrılan yolu takip ederek Gülhane Parkı girişine ulaşabilir ve tabelaları takip ederek müzeye ulaşabilirsiniz.

Yazar Hakkında

Ömer Erdem

Yorum Ekle