Edebiyat

Köklerinin Üzerinde Asaf Hâlet Çelebi

Onu, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında farklı, özgün ve yeni kılan; ölümünden 57 yıl sonra da hâlâ keşfe açık bir şair olarak yaşatan acaba neydi?

Döneminde kendisinden daha çok toz kaldıran ve şair olarak paye kazanan, üne, sana kavuşan kimi büyük Türk şairleri, hem şiirleri hem de şiir üzerine yazdıklarıyla birlikte bugün artık yoklar; var olanlarsa, ancak Şair Asaf Hâlet Çelebi’nin dizi hizasında varlar. Çünkü Çelebi’nin şiiri, doğduğu günden bugüne dek hiçbir zaman damar tıkanıklığı yaşamadı; öyle görünüyor ki bugünden sonra da böyle bir sağlıksızlıkla karşılaşmadan yaşamaya devam edecek. Asaf Hâlet’in ölümünden 57 yıl sonra bugün, şiirleri, şiir üzerine yazıları, poetikası, tarih, kültür, din, düşünce; uygarlık ve Doğu – Batı sorunu bağlamında yazdıkları üzerine konuşanlar, tartışanlar ve yazanlar, onun şiirinin ve düşüncesinin damarının açıldığı, beslendiği kanalların ne denli isabetli ve insani olduğunu daha açık seçik görebiliyorlar. Bunda, yüzyıldan fazla bir zamandan beri tarih, toplum ve uygarlık olarak yer değiştirme çabalarının estirdiği terörün gücünün eskisi kadar her şeyin üstünü
örtemeyişinin payı da var. Yenilenen hafıza, artık kendi dünyasına ait çok şey hatırlıyor; evini, yurdunu hatırlıyor ve oraya dönmek, kendi
dünyasında yaşamak istiyor. Asaf Hâlet’in şiirleri, yazıları ve hayatı da, işte bu hatırlatıcılardan birisi olarak bugün söz almış durumda ve konuşuyor. Anne ve baba tarafından taşıdığı kök mirası, çocukluğunda bütün hayatını şekillendirecek ve yönlendirecek olan aile atmosferi, daha küçük yaşlardan itibaren aldığı eğitim, yolunun düştüğü dergâhlar, şairin başını okşayan şeyhlerin elleri ve gözlerine değen nazarları,
bütün bunlarla birlikte kişiliğindeki eğilimler, zaman içinde koşulların da etkilediği bilinç oluşumları, yönelimleri ve tercihleri… Elbette, bugün karşımızda duran 12 kitabıyla bir Şair ve Yazar Asaf Hâlet Çelebi fotoğrafını belirleyen nedenlerden bazılarıdır. Her şeye karşın, bütün bu insani, toplumsal, kültürel ve ırsî katkıların sorumluluğunu taşıyan, hakkını veren bir hayat kurabilmek ve bizi var eden köklerimizin üzerinde durup kurumadan yaşayabilmektir önemli olan; insanı ve yaptıklarını geleceğe taşıyan da bu olsa gerek.
İlk gençlik yıllarından ölümüne dek yaşadığı dönemin arayışlar, savruluşlar, korkular ortamında, onu kimsenin toplumsal, siyasal adalardan birine yerleştiremeyişini anlamak mümkün: Çünkü o, Tanpınar’ın “coğrafya kaderdir” sözünü doğrularcasına,
İstanbul’dan Hint’e ve Çin’e kadar bir imparatorluğun kaderinin bıraktığı izlerin ardında kıtaları, bu kıtaların dününü, bugününü, gerçeğini ve masalını aramakta, kitabelerini okumakta, adeta inançlarını diriltmeye çalışmaktadır. Aynı zamanda döneminin aydın ve sanatçılarının kaderini de paylaşır Asaf Hâlet Çelebi: Hep ilgi duyduğu, hasretle andığı, ocaktaki közü deşmeye çalıştığı, bir türlü bağlarını koparamadığı ve kırık bir dalın, bütünüyle kopmadan, köküne bağlı kalarak yaşamaya, yeşermeye çalışması gibi bir bağı vardır kaderi olan coğrafyanın dünyasıyla onun arasında. Kırık bir dal gibi düşünmek ve yaşamak, sadece Asaf Hâlet’in değil, adeta, onun
şiirleri ve yazılarıyla dolaşıp durduğu İstanbul’dan Çin’e ve Hint’e kadar bütün Doğu’nun kaderi: Daryus Shayegan’ın adlandırmasıyla; Yaralı Bilinç’in kaderi…
Pierre de Gigord Basın Görselleri Press Images10
Tarihsel planda taşıdığımız genetik yükten istesek de kurtulamayacağımızı, geleceğin de o yükü bizim omuzlarımızda görmek istediğini, yarı bilinçle, yaralı bilinçle de olsa her zaman hissetmiyor muyuz? Bu hissedişi, hiç kimse içinden söküp atamadı; kurtulmak isteyen çoktu, ama hiç kimse kurtulamadı. Bu durum, kimi aydınlarda, sanatçılarda ve siyasal düzlemde bir tür kalp sıkışmasına ve duyarlık planında kabz haline, sonuç olarak da düşünce ve aidiyet intiharına neden oldu. Asaf Hâlet’in yakasını bırakmayan
genetik sorumluluğu sayesinde kültürel bir yarmayla, döneminin kuşatmasından kurtularak bugünlere ulaştığını söylemek yanlış olmaz; hatta bu tespit, birçok sorunun da cevabı olur. Asaf Hâlet’in şiirlerinde ve yazılarında gerçekleşen düşünce ve duyarlık atlasının iki büyük kıtası var: Tasavvuf ve İstanbul… Onun Hint’le, Çin’le, Budizmle, Hristiyanlıkla ilgisi de küçük yaşlarından itibaren şifahi, daha sonra da okuma yazmayla bilinçli bir kavrayışa dönüşen tasavvuf düşüncesi ve duyuşunun, o büyük tasavvurunun kapsam alanındadır. Bunu yalnızca Asaf Hâlet’te değil, İslam tasavvuf düşüncesi tarihinde de görmek mümkündür: Tekemmül etmiş bir inanç ve düşünce sistematiği olarak hem öncesini hem de sonrasını kapsar. Ondaki İstanbul tutkusu ise tam anlamıyla bir payitahtı savunma saikidir: “Suyun dışında balık nasıl yaşarsa ben de İstanbul’un dışında öyle yaşarım.
Pierre de Gigord Basın Görselleri Press Images15
Çin ve Maçini, Acemistan ve Frengistanı ben hep İstanbul zaviyesinden gördüm. Oralarını hep İstanbul’un içindeyken gezdim ve gezmekteyim.” Onun için kendi döneminde de bugün de haklı olarak hep, Son Osmanlı, Son Vezir Asaf, İstanbul Beyefendisi gibi lakaplarla anılmıştır: Düşen payitahtın düşmüş veziridir sanki… Ne ki, bugün o, aradığı ve işaret ettiği ruhla ve duyarlıkla yeniden diriliyor. Onun şiir ve düşünce dünyasını oluşturan temel etkenlerden tarih, coğrafya, kültür ve dinle birlikte,
bütün bunların yoğurduğu bir halkın ruhunu kavrayışında gösterdiği feraseti de göz ardı etmemek gerekir. Bu bağlamda sanırım birkaç cümlesini anmak yeterli olacaktır: “Şekilden ziyade meale ehemmiyet veren, şuurdan ziyade tahteşşuur denilen, müşahhas edebiyattan ziyade mücerret edebiyatı terviç eden zümreye hitap ediyorum. Hazineler, bizim tahteşşuur varlığımızdadır.”

 

Yazar Hakkında

Hüseyin Su

Yorum Ekle