Zeki bir öğrencim vardı, derslerindeki başarıyla sınıfın gözdesi ve ilgi odağıydı. Dönem ortasında birden ortadan kayboluverdi. Hasta mıdır, derdi mi vardır, kaza mı geçirmiştir gibi pek çok sorunun cevabı için arattırdım. Hiçbir arkadaşı izine rastlamadı. İki ay kadar sonra bir sabah kapım çalındı. Zayıflamış, solmuş, neredeyse kendini kaybetmiş halde bekliyordu. Hiçbir şey demedi, usulca içeri süzüldü.
Şaşırmış, üzülmüştüm. Merakla sordum:
“Nerelerdeydin, pek merak ettirdin!”
Titreyerek anlattı. Meğer okul çıkışında bir gün metrobüste bir kız görmüş. Göz kalbe anlatmış, kalp tutuşmuş, dumanı göklere yükselmiş. İki ay boyunca okul onun okulu, ders onun dersi, arzular onun arzuları olmuş. Nihayet iki gün evvel kavga etmişler.
“Eşeklik ettim hocam, ondan yararlanmaya çalıştım! O da kovdu beni!”
“Hak etmişsin. Ama iyi de olmuş, işte sana derslerine dönmek için fırsat!” Yok hocam, size bunun için gelmedim!”
“Ya niçin geldin?”
“Kapıdan çıkarken arkamdan ‘Aşkın ne olduğunu öğrenmeden sakın gelme!’ diye bağırdı.”
“Eee?”
“Aşk nedir hocam?”
“Aşk, senin yaptığının tam tersidir evladım!”
“Nasıl yani?”
Öğrencime kızdım. Karşısındakini kolay lokma görmenin bedelini ödemeliydi. Fedakârlık yapmadan aşktan bahsetmesi aşkında sahte olduğunu anlatıyordu. Ona aşkın hakikatini göstermek gerekiyordu. Fuzuli’nin söylediğini tekrarladım:
“Sen canın için yanında bir sevgili taşımak istemişsin; oysa aşk canı için sevgili değil, canını sevgili için taşımaktır.”
“Peki hocam ben şimdi pişmanlığımı ve bu söylediğinizi ona nasıl anlatayım?” Şöyle anlat:
“Bir zaman bir delikanlı bir güzele aşık oldu. Aşk, varlığına hâkim olunca her şeyi elden gitti, kendinden vazgeçti, sevgiliye feda oldu ve gün geldi, sevgilinin yolunda can vermeyi canına minnet bilmeye başladı. Nasihatler, yardımlar fayda etmedi, arkadaşları ve dostlarıyla irtibatı kesti, işi ve aşı bozuldu. Derken vefalı bir arkadaşı gidip kıza bu durumu anlattı:”
“Şu meydanın öte yanında bir delikanlı var, her gün şuradaki köşeye oturur, aynı yere bakar durur. Sözleri şiirdir, kalbinde hazineler vardır. Kim bilir, belki de onu tanımak istersin!”
Kız ferasetli ve akıllıydı. Bu bela fırtınasının kendi etrafında koptuğunu hemen anladı ve ertesi sabah oraya doğru salındı. Delikanlı onun gelişini görünce ağlamaya başladı. Bu arada tekrar ediyordu:
“Beni öldürmüştü, şimdi yanıma geliyor. Kurbanına ciğeri yandı besbelli.”
Kız geldi. Gayet mülayim bir tonda selam verip sordu:
“Adınızı lütfeder misiniz?”
“?”
“Kimsiniz?”
“?”
“Nerelisiniz?”
“?”
Nafile. Kız ne sorduysa delikanlı cevap vermiyor, veremiyor; yalnızca yanağına süzülen yaşları gizlemek ister gibi başını yere eğiyordu. Aşk denizinde boğulduğu belliydi.
“Benimle neden konuşmuyorsun?”
Bunu duyunca güç bela mırıldandı:
“Sen söylerken bana susmak, sen varken bana feda olmak düşer!”
Uzun bir “Aaah!” çekerek ruhunu teslim etti!’
Hikâye bitince öğrencim afallamış gibiydi. Bekliyordum ki, “Hocam, haklısınız, ben ona gidip kapısında ölmeye hazır olduğumu söylemeliyim!” diyecek. Hayır, öyle demedi. Kapımdan girerken haline acıdığım öğrenci gitmiş, yerine sanki hödük birisi gelmişti. Gayet kaba bir densizlik içinde sesini yükseltti:
“Haddi yaaa!… Şimdi ona aşkı anlatabilmek için ölecek miyiz yani?”
Kızdım. Ruhunda aşka yetenek olmadığını anladım ve sesimi bu yüzden yükselttim:
“Evet, aşk işinde sevgilinin kapısında ölmek gerektir, geri dönmek değil. Sen şimdi burada olduğuna göre o kızı hiç hak etmemişsin salak oğlum. En iyisi derslerine dön, kurtul bu ince işlerden!”
Yorum Ekle