Sanat

Film Dünyanın İmgesidir

Sinema daha çok bir rüya içinde rüyadır; bu gerçeğin dilidir. Dünya yaşamı, bir oyun, bir oyalanmadır. Bunu bize en dürüst biçimde anlatan, iki saat bir salona ve karanlığa hapsolarak, beyazperdede seyrettiğimiz hikâyelerdir.

Şair, “İstanbul’un orta yeri sinema” diyor. Madem İstanbul, dünyanın orta yeridir, o halde dünyanın da orta yeri sinemadır. Dünya sinemadır; sinemayla daha kolay yaşanır ve çekilir bir hale gelebilir. Dünyayı anlamanın en kullanışlı ve kolay yollarından biridir. Bir bilge, “dünyanın geçen kısmı hayal, kalan kısmı hülyadır.” der. Madem sinema bir rüya sanatıdır ve yaşam bir rüyadır, o halde sinema hayati bir sanattır. Varoluşsal bir dildir; varlığa ilişkin sorulacak sorular için elverişli bir alandır. Sinema tabi ki biraz eğlencedir; kısmen demokrattır (para yatırılacak, seyirci beğenecek ve yeni filmler için para verecek). Üstelik eşitlikçi demokrasinin bir sanatıdır -herkes bakmasını (görmesini miydi yoksa?) bilir-; ama sinema daha çok bir rüya içinde rüyadır; bu gerçeğin dilidir. Dünya yaşamı, bir oyun, bir oyalanmadır. Bunu bize en dürüst biçimde anlatan, iki saat bir salona ve karanlığa hapsolarak, beyazperdede seyrettiğimiz hikâyelerdir.
Türklerin geleneksel sineması olan Karagöz bu hakikatten doğmuştur. Zıll-ı hayal (gölge oyunu), yaşamın bir “oyun” oluşundan gelir. Bu hem hayatın fazla ciddiye alınmayacak kadar kararsız (devamsız) oluşundan kinayedir hem de varlığımızın O’na bağlı oluşundan bir nişanedir. Bizim sırrımız, Mesnevi’dedir. O halde dönüp arada Mesnevi’ye de bakmamız ve onun neden “şikâyet”i, “hikayet”e öncelediği üzerinde düşünmemiz gerekebilir. İnsan aslında şikâyet etmektedir. Dünyaya inmekle, aşağılık alemlerin en aşağısı olan arza nüzul etmekle ilgilidir şikâyeti. O halde hikâye bahanedir, mesele şikâyettedir. Yani bir derdi dile getirir konuşan, görüntüleyen, yazan, söyleyen her insan. Sinema, dünyanın imgesidir. Shakespeare, daima haklıdır: ”Dünya bir oyun sahnesidir.” İnsanlar oyunculardır. Yönetmen, tanrısal oynatıcıdır. Metin, kaderdir. Replikler, sözlerimiz ve eylemlerimizdir.

Tiyatro ve sinema, Aristoteles’in o “Prometheci” dram anlayışını çoktan çöplüğe atmıştır. Her şeyin bizim elimizde olduğu yanılgısı, hiçbir şeyin elimizde olmadığı kadar sahtedir. Bizler yaşam içinde çoğu zaman güçsüz, ölüm karşısında çaresiziz. Bundandır ki, yaşamı daha kolay kılmak ve ölüme karşı da hazır hale gelmez üzere öykü yazar film çekeriz. Bu çaresizliğin ağırlığından kaçmak / kurtulmak için yaşamı daha eğlenceli ve bir perdeden iki saatte izlenebilir; tümüyle görünebilir kılmaya çalışırız. Dünya alabildiğine sıkıcı ve boğucudur. Bu hem ruhbilimiyle uğraşanların “yaşama hastalığı” dediği, Baudelaire’in “spleen” diye adlandırdığı, İbn Arabi’nin, kesintisiz mutluluk anlamında “huzur” diye bambaşka bir yerden, farklı bir ifadeye sardığı ruh durumu hem de dünyanın tekdüze ve yaşamın tekrarlanan niteliğini dile getirir.

Bizim öykümüz sadece şikâyet değil, o şikâyetin diğer fanilere hikâye edilmesidir aynı zamanda. Burnundan kıl aldırmayan Tarkovski bile sinemanın (tabi teknolojik ön takısını koymak şartıyla) bir “sanat” olduğunu söylemişti. Her film, yazanın ve yapanın çaresi ve çaresizliğidir. Bu yüzden yönetmen sayısınca dil ve biçim vardır. Her film yapıcısı bize, dünyanın o değişmeyen doğasını, bir oyun ve eğlence oluşunu yeniden söyler. Kendi ülkesinin toplumsal sorunlarından, kişisel meselelerinden, fantezilerinden… Neden söz ederse etsin, aslında hep o kozmik oyunun içinde küçük bir oynatıcı olarak, kendisini tanrılaştırmaktadır. Bakın ben insanlar yaratıyorum, yaşam öyküleri yazıyorum, kaderler belirliyorum, dünyalar kuruyorum; şehirler, sokaklar, platolar inşa ediyorum; bakın benim yarattığım bu insanların yazgısı benim elimde, istersem onları öldürür, dilersem diri kılarım; aşka düşürür, yakarım, birleştirir mutlu kılar, ayırır mutsuz ederim…

“Nedir bu tanrılaşma oyunu?” Sinema, bu bakımdan en sıcak, tüm diğer sanatları içinde toplayan kapsamlı ve son derece zengin diliyle, kozmik doğasıyla bu gerçeğin tecellisinde aslan payını kapar. Bir ırmakta iki kez yıkanılmaz. Her şey değişir. Her şey “ol” emriyle bir anda, zamanın olmadığı bir yerde olup biter. Biz, tıpkı 24 karenin bir saniyede ardı ardına okunmasıyla kapıldığımız illüzyona, dünya yaşamında da kapılır ve şeyleri sabitken, sürekli ve kararlı zannederiz. Sinema ahlakçı ya da değildir; toplumcu, bireyci, ticari vesairedir veya değildir. Bunlar daima “tali” sorulardır. Aslolan, her yeni filmin; bir, başka filmlere mali kaynak teşkil edip etmediği; iki, yeni bir şey söyleyip söylemediğidir. Bu iki niteliği zayıfsa, o filmden hayır gelmez. Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Her şey başta söylenmiştir; biz, birer tekrarcı ve papağanız. Yeni bir şey söylediğini sanan herkes, bu yeniliğin kaçınılmaz olduğundan haberdar değildir.

Yazar Hakkında

Sadık Yalsızuçanlar

Yorum Ekle