Osmanlı dönemindeki fotoğraf algısıyla ilgili anlatmak istediklerime çarpıcı bir örnekle başlamak istiyorum. Yıllar önce Dolmabahçe Sarayı’nın depolarından çıkan fotoğraf araçları ve fotoğraflar ile ilgili olarak, bilgime başvurulmak üzere davet edilmiştim. Önümdeki malzemeler heyecan verici idi. Niagara Şelalesi ve Mısır Piramitleri’nin de aralarında bulunduğu dünyanın çeşitli yerlerinde çekilmiş pek çok stereoskopik fotoğraflar vardı. Bu fotoğrafların sarayda bulunması ilginçti. O dönemde çeşitli sorunlarla boğuşan Osmanlı, dünyayı merak etmiş ve onu anlamak için de fotoğrafı araç olarak görmüştü. Osmanlı Sarayı’nın erken dönemde fotoğrafa gösterdiği ilgi biraz da buralardan geliyordu.
DÜNYA İLE AYNI ANDA
Fotoğrafın tüm dünyada yoğun ilgiyle karşılandığı 19. yüzyılda, Osmanlı’da fotoğrafla ilgili ilk yazı Takvim-i Vekayi gazetesinin 28 Ekim 1839 tarihli nüshasında çıktı. Yani dünyayla birlikte aynı günlerde… Bu örnekOsmanlı’nın
dünyadaki gelişmeleri yakından izlediğini ve ilginç buldukları ile bir şekilde ilişki içine girdiğini gösteriyor. Bir diğer husus, Osmanlı’nın fotoğrafa tutucu bir gözle bakmadığı gerçeği. Batı’da -ekonomik nedenlerle bile olsa kiliseden fotoğrafın şeytan icadı olduğu üzerine açıklamanın yapılmış olmasına karşın, Müslüman Osmanlı Sarayı’nın fotoğrafı benimsemesi çok önemlidir.
Osmanlı’da fotoğraf, 1840’lı yıllardaki ilk denemelerden sonra iyice gelişip yerleşti. Osmanlı, fotoğrafın belge oluşturması konusundaki öneminin farkına varmıştı. Devlet daireleri, maden ocakları, hastaneler gibi kurumların yanı sıra sokaktan manzaralar, suçlu fotoğrafları ve portreler bize Osmanlı’da fotoğrafın gazetecilik, eğitim, kriminoloji ve tıp gibi alanlarda da kullanıldığını gösteriyor.
Osmanlı’da toplumun üst kesimlerin fotoğrafa olan ilgisinin nedenlerine gelince… Batılılaşma hamlelerinin yansıma biçimi olarak Osmanlı’da fotoğrafın bir statü göstergesi haline dönüşmesi önemli bir nedendir. Çünkü Osmanlı’da fotoğrafa -Batı’da olduğu gibi- önce varsıl aileler ilgi göstermiştir. Asırlar boyu soyluluk göstergesi olan resim yaptırma geleneği yavaş yavaş yerini fotoğrafa bıraktı. Osmanlı’da da benzer şekilde İstanbul’un zengin aileleri fotoğrafı tercih etmeye başladı. Çünkü fotoğraf insanlara hem pratik hem de daha ucuz bir yöntem sunuyordu. Fotoğraf, ancak asırlar sonra ucuzladı. Bunun sonucu olarak da yaygınlaşarak halka ve tabana yayılabildi.
Osmanlı fotoğrafçılığını geliştiren en önemli unsurlardan biri Batılı seyyahların, ressamların ve fotoğrafçıların, başta İstanbul olmak üzere Türk coğrafyasına duyduğu ilgiydi. Bunun kökeninde kuşkusuz 16. yüzyıldan itibaren Batı dünyasındaki yazar ve sanatçıların Doğu algısını biçimlendiren oryantalist bakış yatar. Osmanlı, Batı için her dönemde merak edilen gizemli yerlerin başında geliyordu. James Robertson, İngiltere’de kazandığı fotoğraf bilgisini İstanbul’a taşıyarak çektiği nadide karelerden oluşan Photographic Views of Constantinople adlı bir albüm hazırladı. Aynı şekilde Carlo Naya, İtalya’dan Beyoğlu’na gelip yerleşen ilk ecnebi fotoğrafçı oldu. Ayrıca İngiliz fotoğrafçı Francis Frith, Ernest de Caranza, Alfred Nicolas Normand, Pascal Sebah, Francis Bedford, Alfred de Moustier, Guillaume Berggren ve daha birçok isim Osmanlı’nın zenginliklerinden etkilenip fotoğraf makinesini konuşturan isimlerdendi.
ABDULLAH BİRADERLER
1850’li yılların fotoğraflarında daha çok İstanbul panoraması ve şehir belgelemeye ilişkin çalışmaların yapıldığını görüyoruz. Osmanlı fotoğrafçılığındaki bir diğer önemli hamle, Pera çevresindeki esnaf ve zanaatkârların bu işe sahip çıkıp stüdyolar açmasıydı. Abdullah Biraderler tam da burada söz edilmesi gereken önemli bir örnek oluşturuyor. Fotoğrafın Osmanlı’da ilgi görmesi üzerine 1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen Alman kimyager Rabach, Beyazıt’ta bir fotoğrafhane açtı. İşlerini kısa sürede büyüten Rabach, yanına aldığı Kevork, Viçen ve Hovsep Kardeşleri fotoğrafçı olarak yetiştirdi. Rabach’ın ülkesine dönmesinden sonra fotoğrafhane bu üç kardeşe kaldı. Fotoğrafçılığa kendi buluşlarını katarak iyice geliştiren kardeşlerin ünü kısa zamanda payitahtın hemen her yerine yayıldı. Başta saray erkânı olmak üzere zengin ve ünlü kişiler birer birer onlara fotoğraflarını çektirmek için adeta yarıştılar. Üç kardeş, Sultan İkinci Abdülhamid zamanında Müslüman olarak Abdullah Biraderler adını aldı.
Osmanlı’nın Batı’yla rekabet edebilmek için ıslahatlar yaptığı dönemde Abdullah Biraderler’in yanı sıra Basile Kargopoulo ve Sebah, Andreomenos gibi isimler İstanbul’un en ünlü fotoğrafçılarıydı. Guillaume Berggren, Boğaziçi’nin, sahillerin, caddelerin, esnafın, yerel halkın ve şehir manzaralarının fotoğrafçısı olarak nam salmıştı. Berggren, Bağdat demiryolunun yapımı sırasında Anadolu’ya yaptığı seyahatlerde pek çok şehrin fotoğraflarını çekmişti. Berggren’in Osmanlı mimarisine ait tarihi evler, camiler, medreseler ve hanlara ait fotoğrafları yabancıların büyük ilgisini çekti. Önceleri İstanbul’un gayrimüslim ahalisinin elinde gelişen fotoğrafçılık, kısa sürede Müslüman Türkler tarafından öğrenildi. Burada Rahmizade Bahaeddin Bediz’e ait ilginç bir hikâye daha var. 1910 senesinde bu Müslüman vatandaş, Osmanlı’daki ilk fotoğraf stüdyosunu açtı. Bâb-ı Âli yokuşunda, vilayetin tam karşısında Resna adıyla açılan bu fotoğrafhane kısa sürede ünlendi. Üsküdar ve Bahçekapı olmak üzere iki şube açan Bediz, Fransa’dan getirttiği kitaplarla fotoğraf bilgisini arttırdı. Kimsesiz çocuklara fotoğraf öğreten Bediz, onların çoğunu meslek sahibi yaptı.
KOZMOPOLİT SMYRNA
Osmanlı’nın merak edilen şehirlerinin başında İstanbul geliyor olmasına karşın, çoğu seyyah için Anadolu’nun giriş kapısı İzmir’di. Kozmopolit bir şehir olan İzmir, kısa sürede Anadolu’nun önemli fotoğraf merkezlerinden biri oldu. Anadolu’ya ayak basıp Doğu’ya doğru gidecek olan konsolosluk görevlilerinin ve seyyahların İzmir’de yıllarca kaldıkları görülüyordu. Fransız Yazar Maxime du Camp, Doğu’ya yolculuk yapmak ve gördüklerini belgelemek amacıyla fotoğrafçılığa merak salmış ve 1843 yılının mayıs ayında önce İzmir’e gelmişti. Sonrasında da imparatorluğun pek çok şehrini gezip fotoğraflar çekmişti. Du Camp’in çektiği fotoğraflar sonraki yıllarda birçok meslektaşına ilham kaynağı oldu. Du Camp’ın peşi sıra İzmir’in çeşitli yerlerinde fotoğraf stüdyoları açılmaya başladı.
Fotoğraf, Osmanlı’da çok sevilmişse de Batı’nın hızına yetişmek kolay değildi. Çünkü Batı’da fotoğrafın alanları hızla çeşitlendi. Şüphesiz bunun arka planında Batı’da gelişen binlerce yıllık sanat geleneğinin etkileri var. Endüstri Devrimi’nin teknolojiye kazandırdığı yenilikler de eklenince Batı, fotoğrafın merkezi haline geldi. Benzer bir durumu Amerika içinde söyleyebiliriz. Fotoğraf Amerika’da bulunmamış olmasına karşın, Amerikalılar fotoğrafı ulusal sanatları olarak kabul ederler. Bunun bir nedeni de fotoğrafın bulunduğu tarih ile ABD’nin kuruluş yılları arasındaki yakınlık olabilir.
Amerika’da film ve fotoğraf endüstrisine yapılan büyük yatırımlar, “dijital çağ” öncesinde dünyanın en büyük markalarından biri olan Kodak’ın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bizim coğrafyamızda ise bu konuda herhangi bir gelişme yaşanmamış; fotoğraf geniş kitleler ile de buluşamayınca ne fotoğraf endüstrisi gelişmiştir ne de arşivcilik. Sarayın arşivi dışında özel kişi ve kurumların cılız çabalarının dışında, değer sayılabilecek örnekler oluşturulamamıştır. Keza fotoğraf müzeleri ve enstitüleri alanında da öyle… Dünyanın neredeyse her yerinde fotoğraf müzeleri, fotoğrafın bulunduğu yıllarla birlikte kurulmaya başlanmış olmasına karşın, ülkemizde bu anlamda örnek yoktur. 21. yüzyıla gelmemize rağmen “fotoğraf müzesi” adıyla açılmış birkaç yer ise daha çok “galeri” özellikleri taşımaktadır. .tr dergisinde yayınlanan bu dosya vesilesiyle İstanbul ya da İzmir’de bir fotoğraf müzesinin kurulmasını diliyorum. Ya da bu bir fotoğraf enstitüsü de olabilir. Burada Osmanlı dönemi fotoğrafları, uzmanlar
eşliğinde tasnif edilebilir. Bu şekilde fotoğraflar üzerinden şehirlerimizin tarihini yeniden okuma fırsatı yakalayabiliriz.Neden olmasın?
Yorum Ekle