Gelibolu denilince herkes gibi benim de aklıma ilk olarak tam yüz yıl önce bir mahşer provasına şâhit olan topraklar geliyor tabii. Sonra da o topraklardaki isimsiz şehitliklerde yatan iki büyük dedem.
Bunlardan sonraysa Batılıların “Pax Ottomana” dedikleri 500 yıllık “Osmanlı Barışı”na zemin olacak Rumeli toprağının giriş kapısı geliyor aklıma, Gelibolu denilince… Bir asır önce neredeyse bütün bir neslin gençlerinin dövüştüğü ve şehit olduğu toprakları ondan beş asır önce nasıl yurt edinmiş olduğumuzu bilmek de önemli görünüyor bana.
Gelibolu Yarımadası, Asya ve Avrupa kıtalarını ikiye ayıran iki Boğazımızdan birinin Avrupa tarafında yer alıyor. Anadolu’dan Gelibolu’ya doğal yollardan ulaşmak zor; çünkü arada koskoca bir Boğaz ve onun sert akıntılı suları var. Ama Gelibolu’ya ulaştıktan sonra bütün bir Trakya topraklarına yayılmanızın önünde fazlaca bir “doğal” engel kalmıyor. Hemen hemen Balkan Dağları’na kadar coğrafya alabildiğine düzlük… Istranca Dağları’nın Karadeniz’in paralelinde sahil kesimini dikine kestiği yerlere kadar. O da Anadolu’nun dağlık bölgeleriyle kıyaslanırsa bir şey değil.
Bu jeomorfolojik detayları şunun için zikrediyorum: Bugünkü Türkiye Trakya’sının sınırları –az çok doğal sınırlar olduğu için- Osmanlı’nın Rumeli fütuhatının ilk evresinin de sınırlarını oluşturuyor. Ama çok kısa süren bir evre bu.
Rumeli fütuhatı Gelibolu’nun fethiyle başlıyor. Çünkü dediğim gibi, Çanakkale Boğazı’nı geçip Gelibolu Yarımadası’na ulaştıktan sonra yolunuz açık. Coğrafî veya topografik anlamda açık olduğu kadar 14. yüzyılın şartları itibarıyla siyasi-askerî bakımdan da açık yollar. Hem “Doğu Roma İmparatorluğu” gibi şatafatlı bir ismi olan devletin iç çekişmeleri ve ekonomik darboğaza düşmüş olması yüzünden kendi topraklarını korumaktan aciz olması hem de Bizans tebaası nüfusun artık ne can güvenliğini ne de refahını sağlayamaz hale gelen eski düzenden yaka silkmekte oluşu yüzünden…
Öyle ki Rumeli’de birbiri ardınca fethedilen kasaba ve şehirlerin bir kısmı hiç savaşmadan Osmanlı yönetimine geçmişti. Silahlı çatışma sonucunda askerî başarıyla fethedilen yerler diğerlerinin yanında daha az sayıdadır.
Hatta bazı Osmanlı şehirlerinde izleri bugüne kadar devam eden bir gelenek var: Kılıçla fethedilen şehirlerdeki camilerde cuma hutbeleri elde kılıçla okunurdu. Bugün de hâlâ bazı eski Osmanlı şehirlerindeki camilerde imamlar, Cuma hutbesini okumak için ellerinde kılıçla minbere çıkıyorlar. Bu geleneği devam ettiren az sayıdaki camilerden biri Edincik’te bir diğeri Gelibolu’da bulunuyor. Sadece ikisini zikrettim çünkü bu iki tarihî beldenin ortak bir özellikleri daha var: Orhan Gazi’nin büyük oğlu Şehzade Süleyman, babasının emriyle Gelibolu’nun fethine yönelik hazırlıkları Edincik’te başlatıyor. Hatta bugün Edincik’teki çarşı meydanında bulunan koca bir çınar ağacı, halk tarafından Süleyman Paşa’nın atını bağladığı ağaç diye biliniyor. Bir inanışa göre ise Şehzade’nin atını bağlamak için çaktığı kazık köklenip ağaç olmuştur.
Edincik ilk önce Anadolu Selçukluları tarafından fethedilmiş, bilahare Haçlı Seferleri sonrasında birkaç defa el değiştirmiş, son olarak ise Karesi Beyliği’den Osmanlılara geçmişti. Stratejik konumu yanı sıra Karesi tersanesine de ev sahipliği yaptığı için Rumeli fethinin hazırlıklarının burada yapılmış olması mantıklı.
Babası Orhan Bey tarafından Karesi mülkünün başına getirilen Süleyman Paşa, kendilerine bağlı irili ufaklı gazi gruplarının başında olan savaş beyleri ile Osmanlı hizmetine girdikten sonra da sık sık Rumeli topraklarına geçerek, daha önce Karesi Beyliği adına yaptıkları işi yapmaya devam ettiler. Bu “iş” Bizans payitahtındaki iktidar mücadelesi kapsamında dost ve müttefik güçlere yardımcı olmaktı.
14. yüzyılın büyük bölümünde önce Aydınoğulları, sonra Karesi ve Osmanlı Beylikleri İstanbul’daki taht kavgasına Kantakuzenos ailesinin müttefiki sıfatıyla müdahil durumdaydılar. Bunun için -yine Kantakuzenosların çağrısı ve yardımıyla- zaman zaman Rumeli topraklarına asker çıkarıyor, sık sık imparatorluk ordusuyla savaşıyorlardı. Bu gidip gelmeler bir süre sonra öyle bir hale geldi ki Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasındaki Cinbi Hisarı’nda daimi asker bulundurulmaya başlandı. Bizanslılar işkillenip Osmanlılara geçici olarak tahsis edilmiş bulunan kaleyi boşaltmaları için defalarca çağrıda bulundular. Türk tarafı bu çağrılara kulak asmadı. İşte bu sırada Gelibolu civarında büyük bir deprem oldu; birçok yerde kale duvarları yıkıldı. Süleyman Paşa, bunun üzerine karşı kıyıya geçip Gelibolu’yu aldı. Başta İnalcık olmak üzere modern tarihçilerin araştırmaları Gelibolu’nun fethini böyle açıklıyor.
Dolayısıyla Âşıkpaşazâde ve Oruç Bey tarihlerinde geçen “bir gece avladıkları öküzün derisinden sal yapıp karşı kıyıya çıkan 40 yiğit” rivayetini destansı veya edebî bir anlatım olarak kabul etmek gerekiyor.
Destan demişken, altı yüz yıl birden atlayıp gelelim dünyada eşi olmayan “şu Boğaz Harbi”ne… Hikâye Sarıkamış Harekâtı ile başlıyor. Bugün haklı olarak sonucu itibarıyla hezimet yönüyle hatırladığımız bu askerî seferin aslında son derece başarıyla planlandığı, ilk aşamalarda planların düzgün uygulandığı ve Rus ordusunun imha edilerek Kafkasya’nın kontrol altına alınmasının an meselesi haline geldiği bir gerçek. Sarıkamış Harekâtı’nın Rusları çok ciddi endişeye sevk ettiği sıralarda Moskova hükümeti, müttefiki İngilizlerden Osmanlı ordusunu Kafkas Cephesinden uzak tutmak için batı bölgelerinde “bir askerî gösteri” yapılmasını istemişti. Başlangıçta bu isteğe olumlu cevap vermeyen Londra, Sarıkamış Harekâtı’nın başarısızlıkla sonuçlanıp; Rusların artık rahatladığı bir dönemde “müttefik Rus ordusunun Kafkas Cephesinde rahatlatılması” amacını ileri sürerek Çanakkale saldırısını başlattı. Belki de Çanakkale’ye yönelik askerî seferin İngiliz genelkurmayının da muhalefetine rağmen alelacele başlatılmasının sebebi İstanbul ve Boğazların “müttefik Rusya”nın eline geçme tehlikesiydi.
Hatta Stefanos Yerasimos’un tezine göre İngilizler, Goeben ve Breslau zırhlılarının Türk boğazlarına geçişine de benzer hesaplarla göz yummuşlardı. İstanbul ve boğazları ele geçirmek için yanıp tutuşan “müttefikleri” Rusya’yı Karadeniz’de oyalayacak bir donanma gücüne sahip olmamızı istiyordu. Çünkü Rusların sıcak denizlere inmesi ve petrol bölgeleri üzerinde tehdit oluşturması İngilizlerin kâbusuydu. Nitekim müttefikler, Çanakkale Harekâtı’nı başlattıklarında Rusya buna katılamayacak durumda olduğundan eğer Çanakkale geçilebilmiş olsaydı, Türk boğazları üzerinde egemenlik kurma şansını İngilizlere kaptırmış olacaktı.
Londra’da, bütün bu ince hesapları yapan grubun sözcüsü konumundaki Donanma Bakanı Winston Churchill aslında daha Osmanlı Devleti savaşa girmeden önce Çanakkale’ye yönelik bir saldırı planı hazırlamıştı. İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı’nı geçmesi için Yunan ordusunun Gelibolu’yu işgalini öngören plan, Yunanlıların Bulgaristan’a yönelik kuşkuları yüzünden uygulanamamıştı. Osmanlıların savaşa dâhil olmasından sonra Churchill, Gelibolu Harekâtı fikrini yeniden gündeme getirdi; ancak İngiliz Savaş Kabinesi büyük miktarda askerî kuvvet sevkini gerektirdiği için bu plana onay vermedi. Churchill ve taraftarlarının ısrarları sonucunda sadece donanma güçlerinin gerçekleştireceği bir harekâta izin çıktı nihayet.
Başta Enver Paşa yönetimindeki Türk Genelkurmayı olmak üzere askerî strateji uzmanları, Çanakkale Boğazı’nın kara kuvvetlerinin desteği olmaksızın sadece donanma gücüyle ele geçirilmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. İngiliz ordusunun komuta heyeti de çoğunlukla bu fikirdeydi. Ama Osmanlı ordusunun böyle bir saldırıya karşı dayanma gücü olmadığını düşünen Churchill ve arkadaşlarına bir şans vermekten de geri durmadılar.
Çanakkale Seferi, İngiliz-Fransız müttefik donanmasının hezimetiyle sonuçlanınca Churchill’in çok parlak ve ümit vadeden siyasi hayatı ciddi anlamda sekteye uğramış, bu olaydan ancak çeyrek yüzyıl sonra Başbakanlık koltuğuna oturabilmiştir. Gelibolu denince herkesin aklına bir şey geliyor. Bizim aklımıza altı yüz yıl önce açılmış bir parantez geliyor.
Yorum Ekle