19. yüzyılda İstanbul’a gelmiş ve gördüklerini yazmış olan çok sayıda yabancı seyyah var. Bunların bir kısmı oryantalist gezginler. Bir kısmı ise başka amaçlarla buraya gelmiş insanlar. İçlerinde büyükelçilik ya da öğretmenlik yapıp anılarını yazanlar da bulunuyor. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde adlı romanımı yazmadan önce bu insanların yazdığı hemen her şeye ulaşıp okumaya çalıştım. Bütün bu anılar arasında belirgin temalar dikkat çekiyor. Bunlardan biri mezarlıklar. Bir zamanlar İstanbul’daki mezarlıklarda piknik yapılırmış. Hatta bazı mezar taşlarında küçük delikler bulunur, insanlar yanlarında getirdikleri kuru köftelerden, sarmalardan birkaçını buralara bırakırlarmış. İstanbul’un köpekleri de belirgin bir tema olarak yabancı seyyahların anılarında göze çarpıyor. Kitapta bu konulara ben de yer verdim. Çünkü hikâyemin bir açıdan da geçtiği dönemin rehberi gibi olmasını istedim. Bunun için kahramanlarımı 1908 yılının İstanbul’unda gezdirmem gerekliydi. İşe dönemin gözde yerlerinden başladım. Üsküdar’daki tekkelerden birinde yaşananları anlattım. Gerçekliği bozmamak için yabancı seyyahların anılarından yararlandım. Mesela, “ayakkabıları duvarın dibine diziyorlardı” diye yazılmışsa ya da post nerede duruyor, duvara ne asılı, şeyh nerede oturuyor, ben de bu ayrıntıları mutlaka kullandım. Tekkedeki zikir ve kendinden geçiş anlarını ise bir Batılının hissedebileceği şaşkınlık eşliğinde verdim.
Romanın araştırma sürecinde çok sayıda eski İstanbul fotoğrafı inceledim. Bulabildiğim tüm kartpostallara baktım, filmler izledim. Bu görsel malzemelerin ille de 1908’li yıllardan olması gerekmedi. 1940’lardan, 1950’lerden, hatta 1960 ve 1970’lerin İstanbul’una ait olsalar bile dikkate aldım. Bazen eski bir belgeselle karşılaşmışsam onu da izledim. Çocukluğumun geçtiği 1970’li yılların İstanbul fotoğraflarına bakarken anılarıma dair birçok detayı hatırladım. Sonuç olarak gördüm ki İstanbul’un değişimi belli bir zamandan sonra çok hızlanmış. Özellikle de 1980’li yıllardan sonra. Bugünkü İstanbul ise bambaşka! Geçmişte olmayan semtler var artık. Ama yine de eski semtlerde geçmişe dair izler kolay kolay yok olmuyor. Özellikle de şehrin Anadolu yakasında. Romanda geçen Kandilli’yi biraz da bu bakış açısıyla seçtim. Orada çalıştığım yıllarda Kandilli’de zamanın âdeta durduğunu fark etmiştim. Karşı kıyıda gökdelenler alıp başını giderken, Kandilli’de her şey ısrarla aynı kalıyordu. Çeşme aynı, iskele aynı, binalar hep aynıydı. Semtin havası da öyle… Tıpkı insanların yavaşlığı ve ritim gibi… Kandilli’de hâlen otomobilin geçmediği zamanlar oluyor. Rıhtımda balık tutanlar ve her daim telaşsızlık. Bunlar tabi eski İstanbul’un Kandilli’ye sızması ve tekrar dönüşüp başka bir şey hâline gelmesiyle ilgili şeyler.
Bu anlamda yaşadığım yerler, romanıma sirayet etmiş oldu. Bir tarafta Avrupa yakasında oturduğum Rumelihisarı, Bebek ve Aşiyan. Diğer tarafta işe gittiğim Kandilli buna eklendi. Romandaki kahramanlarım İstanbul’un diğer semtlerine biraz da zorunluluktan gitti diyebilirim. Çünkü 1900’lerin başında İstanbul’a gelen bir yabancının Galata çevresinde kalması akla yatkındı. Yabancı bir kadının Kuzguncuk’taki çok kültürlü ortamı tercih edip oraya yerleşmesi de. İstanbul tabi roman için yazarlara zengin bir doku sağlıyor. İçinde o kadar geniş imkânlar var ki Bir yandan da zorluklar oluşturuyor. Üzerine çok fazla şey yazılıp çizilmiş bir şehir çünkü. Herkes İstanbul’dan bir biçimde bahsediyor ve herkesin de kendi bakış açısıyla tasvir ettiği bir İstanbul var. Kitabın bir yerinde kahramanlarımdan biri Kuzguncuk’u Paris’in taşrasına benzetiyor. Bu gerçekçi bir benzetme, çünkü o dönemde semtin gerçekten böyle bir görünümü var. Hatta bugün bile yer yer bunun doğruluğu iddia edilebilir. Benim Kuzguncuk’la tanışmam, 1980’li yılların ortalarında Şair Can Yücel’i ziyaret etmek amacıyla semte gelişimle oldu. Ondan sonra semte çeşitli nedenlerle birçok kez geldim. O yüzden Kuzguncuk’un özel bir yeri vardır bende.
Romanda İstanbul üzerine yazarken kafamda hep bir su meselesi vardı. Boğaz’ın suları, evlerin bahçelerindeki su kuyuları, dereler… Eski zaman gezginleri İstanbul’u anlatırken şehrin sularından övgüyle bahsederler. Mesela Göksu deresine Küçük Asya’nın tatlı suyu derler. Herhâlde bu su ne kadar güzeldi ki o zamanlar böyle bir şey söylemişler. Bir açıdan da şuna dikkat çekmek istiyorlar: Onlar tatlı su. Ama şehrin ortasından akan su ise tuzlu. Birçok yabancı İstanbul’a geldiğinde Boğaz’a “river”, yani nehir derler biz de rahatsız oluruz. Hayır o denizdir deriz. Ama onlar için aslında o nehirdir, çünkü Berlin, Londra, Paris gibi bütün büyük şehirler, nehirlerin üzerinde kurulmuştur. İstanbul da sanki nehir üzerine kurulmuş gibi ama değil. Bu bir tuzlu su şehridir aslında. Balığıyla, balıkçılığıyla, her şeyiyle… O yüzden son İstanbul Bienali “Tuzlu Su” başlığı altında düzenlenince hem çok şaşırdım hem de bu tercih hoşuma gitti. Neyse sonuçta romanda basit bir kuyudan yola çıkarak meseleyi İstanbul efsanelerine, şeytan akıntılarına ve Hazar Denizi’ne uzanan bağlantılara varmak istedim.
Bir de romanda geçen Yerebatan Sarnıcı var tabi. Çok ilginç bir yerdir. Sonuçta yerin altına inersiniz ve orada kayıkla gezinebilirsiniz. Sınırları müphem bir yerdir. 1908’de bu sarnıcın büyüklüğü hakkında kimsenin bir fikri yoktu. Sarnıcın uzak bir köşesinde ters bir Medusa Başı vardır. Bunu büyük bir keyifle romanıma yerleştirdim. Sonra artık romanın baskı aşamasına geldiğimizde bir yerde Yerebatan Sarnıcı ile ilgili bir kitaba rastladım. Kitabı bir açtım, Medusa Başı’ndan bahsediyor. Meğer bu baş, 1970’lerde keşfedilmiş. Romanım 1908-1909 İstanbul’unda geçtiği için kitaptan Medusa Başı ile ilgili olan bölümleri çıkarmak zorunda kaldım. Burada ilginç bir detay var. Demek ki 1970’lere kadar sarıcın o köşesine kimse gitmemiş. İstanbul’un o yıllardaki dokunulmamışlığını düşünebiliyor musunuz? Bir de İstanbul’un anıt taşlarından bahsetmek gerekir. Sultanahmet’teki At Meydanı’nda bulunan Yılanlı Sütun ilginç bir örnektir. Bu sütunun geçmişte üç tane yılanbaşı varmış. Bugün bunlardan sadece biri günümüze kalabilmiş. Buluntu, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Özetle İstanbul efsaneleri, anıtsal yapıları ve renkli karakterleriyle hayranlık uyandırıcı bir zenginliğe sahip. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde adlı romanımın kahramanlarından Charles’ın sözleri yüz yıl kadar önce yabancıların İstanbul ile ilgili duygularını açığa çıkarıyor. Şöyle söylüyor: “İnanın dostlarım, bu şehir şu anda dünya üzerindeki en enteresan yerdir. İnsanlığın geçirdiği bütün aşamaları bu şehirde, bir gün içinde yaşayabilirsiniz. Misal, bugün yüzlerce sene evvel tatbik edilen bir ayine şahitlik ettik, akşama Tepebaşı’nda son moda operetlerden birini seyredebilirsiniz.” Ne kadar doğru değil mi?
* Yazarın Kuzguncuk Nail Kitabevi’ndeki söyleşisinden derlenmiştir.
Yorum Ekle