Haldun Taner bir sanatçı olarak, çeşitli yönleriyle anlatılabilir. Öykü ve oyun yazarı, kültür adamı, gazete yazarı ve hoca… Öykü ve oyunları yabancı dillere çevrilmiş, oyunları yurt dışında oynanmış, uluslararası toplantılarda bir uzman olarak, Türk tiyatrosunu ve edebiyatını pek çok ülkede tanıtmış, gazetede ve dergilerdeki deneme tadında yazılarında, güncelden yola çıkıp, engin bir kültür birikimiyle okuyucusunu hep düşünmeye ve bilgilenmeye yönlendirmiş, üniversitede tiyatroyu, ilk kez bir bilim dalı olarak okutup ders vermiş, Keşanlı Ali Destanı adlı eseriyle ilk Türk epik tiyatro eserini yazmış, ilk kez kabare tiyatrosunu kurmuş ve yazdığı eserlerle Türkiye’ye tanıtmış; yazar, kültür adamı, hoca Haldun Taner.
Kişisel özelliklerine gelince; yeni çıkan bir kitabını bana şu sözlerle imzalamıştı. “Yazar olmak, insan olmakla her zaman aynı değerde örtüşmeyebilir. Sanırım beni eş olarak seçmende bu yoldaki naçiz çabalarımın rolü var.”
Haldun Taner, sanatçı kişiliğinin ve değerinin, insanlık değeriyle örtüştüğü ve yakından tanımakla ona duyulan hayranlığın arttığı bir yazardı. Eski ve köklü bir İstanbul ailesinde dünyaya gelmiş, beş yaşında babasını kaybetmişti. İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı ve Devletlerarası Hukuk Profesörü olan babası Ahmet Selahattin Bey, işgal altındaki İstanbul’da, gazetelere yazdığı baş makalelerde, Türk istiklalinin hukukî gerekçelerini savunuyor, özgürlük mitinglerinde konuşuyordu. Bütün bu hizmetleri ‘Lozan’ın öncülerinden sayılmasına neden olmuş; ama o vatanın kurtulduğunu göremeden ölmüştü. Haldun Taner, devletin verdiği olanakla ilkokuldan itibaren Galatasaray Lisesinde öğrenimine başlamış, daha sonra kendi imkânlarıyla Almanya da Heidelberg Üniversitesine okumaya gitmişti. Kendi deyişiyle bu talihini ve toplumun ona verdiklerini “Sonbaharda Kavak Yaprakları” başlıklı yazısında şöyle dile getiriyordu:
“…Evet. Sonuna kadar çalışmak. Bu milletin en iyi okullarında yetişmiş olmanın bedelini hasta da olsa durmadan arı gibi çalışarak ödemek. Dinlenmeyi ölümden sonraya erteleyerek… Dallarından kopmamak için sonuna kadar çırpınan, o küçücük kavak yaprakları gibi direnmek. Sırası gelince de sessizce, şikâyetsizce dalından kopup gitmek. Yerini gelecek baharda açacak yenilerine bırakarak…”
Kişiliğini oluşturan bütün olumlu özellikler; nezaket, terbiye, incelik gibi unsurları da içeriyordu. Bütün bunlar yetiştiği çevrelerden geldiği gibi doğuştan da geliyor, onun keskin zekâsı ve derin kültürüyle birleşince ortaya zengin bir kişilik çıkıyordu.
Beni etkileyen özelliklerinden biri de vefalı oluşuydu. Hiçbir şeyi unutmaz, olumlu her şeyi değerlendirir, sırası gelince de ödüllendirirdi. Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil adlı kitabında, yakından tanıdığı ve değer verdiği pek çok kişiyi gün ışığına çıkarmıştı.
Sosyal ilişkilerde de çok ustaydı. Karşısındaki kim olursa olsun, ona önce insan olduğu için değer verir, tavrındaki efendilik ve nezaket dozu hiç eksilmezdi. Karsısındaki insanla ve onun içinde bulunduğu durumla özdeşleşir, onun davranış biçiminin kaynağını hemen anlar, en çetrefil durumlarda bile bir anlayış ortamı yaratabilirdi. Bu durum karşısındakine güven verir, onu sığınılacak bir liman gibi görürdü. Sanırım pek çok okuyucu mektubu almasında bu özelliğinin payı vardı. Ama bu yaratılan anlayış ortamında bile, kendi eleştirel tavrını hep saklı tutar, kişiliğinden hiç sapmazdı. Yaklaşım biçimi her zaman sıra dışıydı. Yerine göre tavır almayı bilir, bazen zarif bir salon adamı, bazen güngörmüş bir İstanbul beyefendisi, bazen bohem görünüşlü bir sanatçı, bazen alçakgönüllü bir halk adamı, bazen aydın, entelektüel bir konuşmacı, bazen yaman bir tartışma ustası olarak görünse bile bütün bunların ortak paydasında sevgi dolu bir yürek bulunurdu. Yakın çevresinde ise şakacı, muzip, neşeye dönük bir mizacı vardı.
Ölümünden sonra yazılan birçok yazıda, onun hoşgörü anlayışından da söz edildi. Ama bağnazlığa, değer bilmezliğe, baskıya, saygısızlığa karşı hep hoşgörüsüz kaldı. Her zaman düşünce ve yaratma özgürlüğünden yana bir tavır koydu.
Yakından şahit olduğum bütün bu olumlu özellikler, yurt dışında da ona hayranlıkla yaklaşılmasını sağlıyordu. Keşanlı Ali, Berlin’de ve Hamburg’da oynanırken Berlin’deki bir gazetenin birinci sayfasında ona dair bir yazı çıkmış, resminin altındaki yazıda “Grand Seigneur Aus İstanbul”, İstanbullu bir Beyefendi diye ondan söz edilmişti.
Bana bir mektubunda, sevginin bir eylem ve sorumluluk olduğunu yazmıştı. Bunun ne anlama geldiğini onunla olan yaşamım bana öğretti. Onun bana verdiği sevgi, onsuzken de beni güvenli tuttu. Ölümü duyulduğunda, çevresindeki pek çok kişiden onunla ilgili öyküler dinledim. Bunları bir araya getirdiğimde, uzaktan yakına herkesle nasıl gönül bağları oluşturduğunu gördüm. Zamansız ölümü bütün ülkeyi üzmüştü. Bana gönderilen mektuplardan biri, Almanya’daki bir dostumuzdan geliyordu. “Biliyor musun, Halley Kuyruklu Yıldızı, iki kez dünyamızın çok yakınından geçti. Birincisi Haldun Bey’in doğduğu yıl olan 1915 yılı, ikincisi bu yıl, ölümünden önce” diye yazıyordu. Gerçekten de 1986 yılında Halley Yıldızı, dünyaya çok yaklaşmış, Eurovizyon yarışmasında Türk ekibi, “Halley” adlı parçayla yarışmaya katılmıştı.
Bunları düşününce aklıma onun şu sözleri geliyor: “Her insan biriciktir. Her ölüm tektir.” Ama içlerinden biri, bütün sevgili ölüler gibi zaman zaman, çok uzaklardan dünyaya yaklaşıyor ve bir yıldız gibi, uzaktan da olsa bizi aydınlatıyor olabilir. Neden olmasın…
Yaşam denilen şey, zaten bir yanılsama değil mi?
Yorum Ekle