Dünyadan Gezi Gündem Keşif Kültür

Hac Rotası

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Mekke’ye yapılan çoğu hac ziyareti, birkaç zorlu çöl güzergâhından biri üzerinden kara yoluyla yapılırdı. Biri Kufe, diğeri Basra üzerinden olmak üzere ikisi Irak’tan, biri kıyıdan biri dağlık araziden olmak üzere ikisi Yemen’den, Kızıldeniz’in iki kıyısından olmak üzere ikisi Mısır’dan ve biri Şam’dan olmak üzere yedi temel hac güzergâhı biliniyordu. Tüm bu farklı güzergâhlar arasından Suriye hac güzergâhı muhtemelen en eski ve manevi açıdan en önemlisiydi.

İslam öncesi zamanlarda, Hicaz ve Suriye arasında Güney Arabistan’dan tütsü, Hindistan ve Hindistan’ın doğusundaki ülkelerden baharat ve tekstil taşıyan çöl kervanları bulunuyordu. Buna karşılık, Suriye ülkenin güneyindeki Havran bölgesinden tahılların yanı sıra şarap ve zeytinyağı ticareti yapmaktaydı. Suriye hac güzergâhının özel durumu, eşi Hatice için bir tüccar olarak çalışırken en azından Basra’ya kadar bu güzergâhta seyahat ettiği bilinen Hz. Muhammed ile olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Suriye ile Hicaz arasındaki ilişki, İslam’ın ilk zamanlarında Suriye’de yaşayan Emevi halifelerinin Mekke ve Medine’deki bağlantıları ile temasa geçme fırsatı sağlayan yıllık Suriye hac etkinliği nedeniyle güçlendi. Ürdün’deki Mşatta gibi çeşitli ünlü Emevi çöl kalelerinin Mekke’ye yıllık hac ziyaretlerini gerçekleştiren halifenin geniş aile fertlerine hizmet vermek üzere inşa edilmiş olması muhtemeldir. Hiç şüphe yok ki, Suriye hac güzergâhı tarihte derin izler bırakmıştır ve Abbasilerin Emevileri devirme planı, hac güzergâhı üzerinde bulunan, Ürdün’ün güneyindeki küçük bir yerleşim yeri olan Humayma’da tasarlanmıştır.

Tarihi önemine rağmen, Suriye hac güzergâhı sekizinci yüzyılda Kufe’yi Hicaz’a bağlayan ve Mekke’ye giden ana güzergâh haline gelen Darb Zubayda’nın inşa edilmesiyle gölgede kalmıştır. Hacıların sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Suriye hac güzergâhını halen kullanmaları muhtemel olsa da, Abbasi halifeleri genellikle Irak üzerinden gelen güzergâhı seçmekteydi. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Suriye’den Mekke’ye seyahat etmek isteyen hacılara ciddi engeller çıkaran Haçlı seferlerinin ortaya çıkması, Suriye hac güzergâhına en büyük darbeyi vurdu. Ünlü İspanyol Hacı İbn-i Cübeyr, Mekke’ye ulaşmak için Suriye güzergâhını kullanamadı ve bunun yerine Mısır’dan Kızıldeniz’in batı kıyısı boyunca seyahat ederek hac yapmak zorunda kaldı. On üçüncü yüzyılın sonlarında Haçlılar bölgeden sürülse de, Şam’dan gelen hac güzergâhı Kahire’de bulunan yeni Memlük hükümdarları için bir öncelik değildi.

1500’lerin başına gelindiğinde, hem Hint Okyanusu hem de Kızıldeniz’de Portekizliler tarafından tehdit edildiğinden ve baharat ticaretinden elde edilen gelirlerin azalması nedeniyle Memlük rejimi zayıflıyordu. O tarihlerde, Osmanlı sultanı I. Selim, hem Suriye hem de Mısır’ı Memlükler’in elinden almak ve bu ülkelerin topraklarını Osmanlı İmparatorluğu’na katmak için bu ülkeleri fethetmeye etmeye karar verdi. Bu, Osmanlı İmparatorluğu açısından en önemli toprak kazanımlarından biriydi. On altıncı yüzyıldan önce, Osmanlı İmparatorluğu toprakları çoğunlukla Balkanlar ve Batı Anadolu’dan oluşuyordu ve imparatorluğun sakinlerinin çoğu Ortodoks Hristiyanlardı. Osmanlıların on altıncı yüzyıldan önce Memlüklerle bazı ilişkileri olsa da, bu fetih sayesinde Osmanlı İmparatorluğu ilk kez ana dil olarak Arapça konuşan Müslüman bir çoğunluğa sahip toprakları imparatorluğa katıyordu. Osmanlı Padişahları, İslam dini ve İslam kültürü için bu kadar büyük bir öneme sahip olan bu alanı kontrol etmenin sağladığı statü ve verdiği sorumluluklarının farkındaydı. Suriye ve Mısır’ın topraklarına katılmasının yanı sıra Osmanlılar Hicaz ile kutsal şehirler Mekke ve Medine’nin kontrolünü de ele geçirdi ve kutsal şehirlerin (Kadim Şehirler) koruyucuları unvanını aldı. Osmanlı döneminde, Suriye hac güzergâhı sadece yeniden canlandırılmakla kalmadı, aynı zamanda Suriye’deki Osmanlı yönetiminin merkezi odak noktası haline geldi.

Osmanlı döneminde hem Müslüman hacıların hem de yılda bir kez düzenlenen bu merasimi öğrenmek isteyen Avrupalılardan Suriye hac güzergâhı ile ilgili ilk ağızdan birçok kanıt bulunuyor. Hac tarihini sayfalarına kaydeden en ünlü yazarlardan biri, 1682’de (Hicri 1082) hac yapan Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi’ydi. Müslüman seyyahlardan biri olan Evliya Çelebi, İbn-i Batuta gibi, 10 ciltlik Seyahatnâme’de anlatılan İslam dünyasının çeşitli bölgelerine yaptığı seyahatlerle efsanevi bir statü kazanmıştır. Daha az tanınmalarına rağmen, diğer Osmanlı yazarlarının hikayeleri güzergâh hakkında önemli bilgiler sağlamaktadır ve söz konusu yazarlar arasında 1779’da İstanbul’dan Mekke’ye seyahat eden Girit’teki Kandiye’den bir Osmanlı yargıcı olan Mehmed Edib de bulunmaktadır. Eseri, Temmuz 1779’daki (Recep 1193) başlangıcından Nisan 1780’deki (Rebiülahir 1194) dönüşe kadar yolculuğun ayrıntılı bir açıklamasını içermektedir. Mehmed Edib’in anlattıkları önemlidir çünkü hac güzergâhında bulunan kaleler, diğer binalar ve yapıların yapım tarihlerine ilişkin bilgiler vermektedir ve Suriye hac güzergâhının yeniden yapılandırılması konusunda temel kaynak konumunda bulunmaktadır. Suriye hac güzergâhına ilişkin daha az bilinen anlatılardan biri, 1709’da (Hicri 1120-21) hacca giden Murtaza b. ‘Ali b. Alavan’ın anlattıklarıdır. Sufi olan Murtaza’nın dini çevrelerde önemli bir şahsiyet olduğu görülüyor. Anlatısının daha ilginç kısımlarından biri, Mekke’den Medine’ye dönüş yolculuğunda nasıl soyulduğuna ilişkin yaptığı açıklamadır. Murtaza ve yoldaşlarının yolu geceleri onları çölde çırılçıplak bırakan Beni Hudayil kabilesi üyeleri tarafından kesilmiştir.

Tarihi anlatılarda hac ve nasıl düzenlendiğine dair birtakım bilgiler sağlanmasına karşın, ancak ziyaret ederek, inceleme yaparak ve bazı durumlarda güzergâh üzerinde bulunan harabelerde kazılar yaparak Osmanlıların bu önemli kültürel ve dini güzergâhı nasıl geliştirdiğine dair biraz fikir edinebiliriz. Yirmi yılı aşkın bir süre boyunca yapılan birçok saha gezisi sayesinde, Osmanlıların güzergâh üzerinde yirminci yüzyılın başlarında Hicaz demiryolunun inşasıyla sonuçlanan yapıları nasıl geliştirdiğine dair ayrıntılı bilgilere sahip bulunuyoruz. Araştırmanın şaşırtıcı bulgularından biri, Sultan Selim’in Şam’ı fethinden sonraki dört yıl içinde hac güzergâhı boyunca bir dizi yapı inşa ettirmesiydi. Selim’in inşa ettirdiği yapılar arasında Muzayrib’de büyük bir kale ve Ürdün’ün Mafrak, Belka ve Udruh bölgelerinde inşa edilen daha küçük üç kale bulunuyordu. Maalesef, Muzayrib’deki kale yakın zaman önce yıkıldı ancak eskiye ait fotoğraflar ve yapı planı söz konusu yapının tahıl ve deve yemlerinin depolanması amacıyla müstahkem bir depo işlevi gördüğüne işaret etmektedir. Tüm kaleler yıllık hac ziyaretlerini gerçekleştiren çok sayıda hacı ve hayvanları için en değerli kaynağı teşkil eden birer su kaynağını yukarıdan görecek ve koruyacak şekilde inşa edilmiştir.

Hac güzergâhı boyunca yapılan yatırımlar, Selim’in halefi ve Avrupa’da Muhteşem Sultan Süleyman olarak bilinen Osmanlı sultanlarının en ünlüsü I. Süleyman tarafından devam ettirilmiştir. Süleyman, Ürdün’deki Katrana ve Ma’an şehirlerinin yanı sıra günümüz Suudi Arabistan’ının Zat el-Hac, Tebük ve Ükeydir’de kaleler inşa ettirmiştir. Bu kalelerin tamamında benzer bir tasarım uygulanmıştır ve kaleler mevcut bir su kaynağının yakınında inşa edilmiştir.

Kalelerin mimarisi nispeten basit görünse de, bu yapıların muhtemelen İstanbul’da tasarlanmış ve çizilmiş kati bir plana dayalı olarak inşa ettirilmesi yüksek düzeyde bir organizasyon ve kararlılık olduğuna delalet eder. Bu durum, kalelerin içerisinde inşa edilen ve günümüze kadar varlığını sürdüren birtakım yazıtlarda kendini göstermektedir. Örneğin, Zat el-Hac’daki kalenin girişinin üst kısmında yer alan bir levhada kalenin kırk günde inşa edildiği yazmaktadır ve kalenin ücra bir yerde bulunması nedeniyle, bu inanılmaz bir başarıdır.

Süleyman’ın saltanatında gerçekleştirilen yeniliklerden birisi de, hem hacılar açısından daha kolay bir yolculuk gerçekleştirilmesi hem de yerleşim birimlerinde daha az rahatsızlığa sebebiyet verilmesi amacıyla çölden geçilerek daha düz bir güzergâhtan ilerlenilmesi için dağlık arazideki yerleşik kasaba ve köylerden kaçınılmasını sağlamak üzere Ürdün’deki hac güzergâhının değiştirilmesiydi. Osmanlı döneminde ortalama sayıları 10 bin ila 50 bin hacı arasında değişmesine rağmen, herhangi bir yıldaki hacı sayısı değişiklik göstermekteydi. Bu rakamlar günümüzün rakamlarıyla kıyaslandığında düşük kalmaktadır ancak ilgili tarihlerde kayda değer sayıda insanın dünyadaki en zorlu bazı yollardan geçerek bu seyahati gerçekleştirdiğini de akılda bulundurmak lazım. On yedinci yüzyılın sonlarında ve on sekizinci yüzyılın başlarında hacda vefat eden insanlar tarafından yazılan vasiyetler analiz edildiğinde, özellikle yaz aylarında gerçekleştiğinde birçok insanın hac sırasında vefat ettiği görülmektedir.

On altıncı yüzyılın ikinci yarısında Ürdün’deki Üneyze ve Suudi Arabistan’daki Hadiye gibi şehirlerde birkaç kale daha inşa edilmiş olsa da, on yedinci yüzyılda yeni hiçbir kale inşa edilmemiştir. Tarihi kayıtlarda bazı kaleler ve sarnıçların onarıldığının belirtilmesine rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iç kriz bu bölgelerde de etkilerini göstermiştir. On sekizinci yüzyılda, kale yapım çalışmalarında yeni bir artış görülmüş ve bu sayede, yüzyılın sonuna kadar bir hac kervanının en yakın kaleden en fazla beş saat uzakta olması sağlanmıştır. Hac güzergâhındaki yenileme çalışmalarının hac kervanlarının güvenliğini artırmak ve böylece haccın Müslümanlar açısından daha erişilebilir olmasını sağlamaya yönelik uzun vadeli bir planın parçası olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte, on sekizinci yüzyılda kalelerin inşasının, bütün bir hac kervanının Beni Şeher kabilesi tarafından yok edildiği 1757’deki saldırılarıyla zirveye ulaşan Bedevi kabilelerinin artan saldırı tehdidine karşı alınan bir tedbir olması muhtemeldir. Bu felaket, Osmanlı hükümdarlarının Mekke’ye giden güzergâh üzerinde bulunan Bedevilere gerekli ödemeyi yapmamalarına bağlanmıştır. Şammar ve Aneze kabileleri de dahil olmak üzere Arap kabilelerinin 17. yüzyılın sonlarında bu bölgeye akmasının da çöldeki zaten hassas durumda olan dengeyi değiştirmiş olması da muhtemeldir. Bununla birlikte, on sekizinci yüzyılda Bedevilerin hafif ve isabetli olmalarıyla dikkat çekmesinin yanı sıra at üzerinde de ateşlenebilen silahlar elde etmesi de bu hususu etkileyen önemli bir faktör olmuştur. On altıncı yüzyılda, Bedevilerin silahlara erişimi kısıtlıydı ve bir anlatıda hac kervanı komutanının askeri bandoya hacıları tehdit eden bir Bedevi kalabalığını dağıtmak üzere bir melodi çalmalarını emrettiğinden bahsedilmektedir.

Ateşli silah teknolojisindeki değişim, kendisini kalelerin tasarımında da göstermektedir. On altıncı yüzyılda, kalelerin duvarlarına yerleştirilmiş uzun ok yarıkları ve yuvarlak silah yuvaları bulunmaktaydı. On sekizinci yüzyıl yapılarında ise, Bedevilerin kalelere zarar vermeleri ihtimaline karşı, garnizonun duvarların temelini gözetlemelerini sağlamak amacıyla daha küçük ama çok daha fazla sayıda dar (5 cm) silah yarıkları ve çıkıntılı köşe kuleleri bulunuyordu. Osmanlıların kendilerini İslam’ın ana savunucusu olarak gördüğü açıktır. Bu durum, Hindistan’ın Babür hükümdarları ve Endonezya’daki Açe hükümdarları gibi diğer Müslüman hanedanlar tarafından da kabul edilmiştir. Kudüs’ün tahkim edilmesi ve Kubbetü’s Sahra’nın çinilerle yenilenmesi, Kudüs’ü Hıristiyanlardan korumak isteyen Müslüman hükümdarlar olduklarını göstermeye yönelik net bir girişimi temsil etmektedir. Ancak hac, Arap illerinde bulunan Osmanlı dini liderlerinin ana odak noktasıydı. Hac’ın başlangıç noktası olan Şam’da, ünlü Osmanlı mimarı Sinan tarafından iki cami, bir medrese ve kervansarayın da içerisinde bulunduğu muhteşem bir hac kompleksi inşa edilmiştir.

Osmanlılar, haccı eda ederken yerleşik usullere uygun hareket etmeye özen göstermiştir zira yerleşik uygulamadan farklı hareket edilmesine yerel halk tarafından şüpheyle yaklaşılmıştır. Hac güzergâhının diğer ucunda, Osmanlılar kutsal şehirler Mekke ve Medine’yi yapılarla süslemiş ve fakirlere yüksek bağışlarda bulunmuştur. Hac güzergâhının tahkimatı, bu sürecin bir parçası ve Şam’dan Mekke’ye Osmanlı hakimiyetini sergileme yöntemlerinden biri olarak görülebilir. Bununla birlikte, kalelerin üzerindeki yazıtlar incelendiğinde, dini unvanlar veya iddialara dair bir kaygı güdülmediği ve yalnızca yapıyı inşa ettiren Sultan’ın adı, yapı inşaatında görev alan yetkililerin isimleri ve inşaatın tamamlandığı yılın belirtildiği görülmektedir. Bu durum bir yandan Osmanlıların alçak gönüllülüğünü gösterirken, diğer yandan uzun yollar kat etmekten dermanı kalmayan hacıların koşullarının iyileştirilmesine dair samimi bir isteği de gözler önüne sermektedir.

* Prof. MA, MPhil, PhD, University of Wales, Trinity Saint David, İslam Arkeolojisi Araştırma Merkezi Yöneticisi, E-mail: a.petersen@uwtsd.ac.uk

Yazar Hakkında

a.petersen@uwtsd.ac.uk'

Andrew Petersen

Yorum Ekle