Röportaj

İSTANBUL’U DÜNYAYA TAŞIYAN RESSAM AHMET GÜNEŞTEKİN

Yazar: Melih Uslu

“İşlerimin, kendi kültürümden referanslar taşıyor olması benim için çok önemli.” diyen Ahmet Güneştekin, İstanbul’un simgelerinden yola çıkarak kurguladığı eserlerini dünyanın en prestijli sanat galerilerinde sergiliyor.

■ Venedik’in ihtişamlı yapısı La Pietà’da açtığınız sergi çok ses getirdi. Burada sergi açma fikri nasıl doğdu?
La Pietà 18. yüzyıldan kalma bir kilise ve Venedik’teki diğer mekânlardan farklı, ayrıcalıklı bir yapı. Özellikle de
geniş boyutlu ve kütlesel işlerin sergilenmesi için pek elverişli bir mekân değil. Buna rağmen ilk ziyaret ettiğim
andan itibaren Pietà beni etkiledi ve sergimi burada gerçekleştirmenin yollarını araştırmak istedim. Serginin mimari
projesini hazırlayan Emre Arolat, mekânın esere göre düzenlenmesi ya da eserin mekâna göre düzenlenmesi yerine her ikisinin birbirini gölgede bırakmayacağı şekilde bir kurgu üzerinde çalıştı. Mekân, yüzyıllar boyunca tarihin
sayısız temsili katmanlarının birikimi ve aşınması sonucu şekillenmiş belirgin bir yapıya sahip. Geçmiş dönemlerde
burada gerçekleşen pek çok sergi esnasında da binanın iç kısmı, neredeyse tamamen örtülerek gizlenmiş. Bu yaklaşımın aksine biz Pietà’nın üzerimizde yarattığı ilk izlenimin etkisiyle sergi esnasında bu mekânın eşsiz ruhunu
korumaya büyük özen gösterdik. Bu yaklaşımdan yola çıkarak hem sanatın hem de mekânın doğaları sonucu ortaya
çıkan kendilerine has etkilerini kısıtlamaksızın ve birbirlerini engellemelerine, müdahalede bulunmalarına izin vermeksizin sistemli bir şekilde kullanarak, alanın aurası ile eserleri ilişkilendirmeyi başardık. Her ikisinin de hem birlikte var olmaları hem de aynı zamanda birbirlerinden bağımsız olmaları gerekiyordu. İzleyiciyi orada bulunduğu tüm süre boyunca “mekân” ile “ilişki” hâlinde tutmak amacıyla, özellikle ışık üzerinde yoğunlaşarak Pietà’nın sadece bir nesne/mekân olarak değil, bir algı deneyimi olarak hissedilmesini sağladık.
■ Sultanahmet’teki Milion Taşı’ndan esinlenerek düzenlediğiniz serginin işlerinden biri Kostantiniyye heykeliydi. 4,5 ton ağırlığındaki bu esere bir kültürel bellek olarak ne gibi anlamlar yüklüyorsunuz?

La Pietà için kurguladığım resim ve heykellerin tamamı birbiriyle ilişki içinde, kültürel tarih, bellek ve toplumsal
cinsiyet konularını kapsıyor. Kostantiniyye heykeli, Osmanlı Türkleri tarafından İstanbul’u ilk ele geçirdiklerinde
şehre verdikleri isim olan Kostantiniyye’nin harflerinin kodlandığı dev rengârenk harf bloklarından oluşuyor. Her bir harfin içinde, şehrin doğduğu andan itibaren sahip olduğu isimlerin içleri dinî semboller içeriyor. Kostantiniyye, parlaklığı, renkliliği ve heykelin etrafında dolaştıkça fark edilen, Davud’un yıldızı, Ortodoks hacı, Katolik Roma hacı, hilal, kiliseler, camiler, insanlar, uyum ve çatışma hâlindeki figürler ve semboller üzerinden benim estetik yaklaşımını özetliyor. Şehrin kültürel belleğinde yüzyıllarca birikmiş katmanları göstererek iktidar ve güç ilişkilerinin doğasını sorgulamak için bir eşik oluşturuyor. Son 20 yıldır gözlemlediğim bir olgu var. Toplumsal alt üst oluşlar ve bireylerin eylemlerini anlamlandırmada toplumsal belleğe sıkça başvuruluyor olması. Bu hem toplumların hem de
bireylerin kendi tarihleriyle yüzleşme ve kimliklerini yeniden yapılandırma eğiliminden oluştu. Yaşadığımız şehirler
tarihin sadece dekoru olmaktan çıkarak, geçmişin biriktiği mekânlar olarak aktörlere dönüştüler ve geçmişi yeniden tanımlama süreçlerine dâhil oldular. Daha önce çalıştığım “Yüzleşme İstanbul” temalı işlerimde geliştirmeye başladığım buna benzer bir konuydu. Yaşadığımız şehir hem geçmiş yaşamlarımızı ve bireysel tarihlerimizi şekillendirdi, hem de bugüne ait deneyimlerimizi oluşturdu. İstanbul’un tarihiyle yüzleşmek kendi tarihimizle yüzleşmek anlamına gelecekti. Kostantiniyye heykeli ile göstermeye çalıştığım kültürel bellekte yüzyıllarca birikmiş bu katmanlaşmayı görünür kılacak böyle bir bakış açısıydı.

■ Marlborough Barselona’da açılan Kökenin Yetisi adlı serginizde yer alan eserlerin Anadolu’ya özgü sözlü gelenek ve efsanelere dayandığını söylüyorsunuz. Bu tür bir konsepte nasıl karar verdiniz?
Hiç şüphesiz hepimiz farklı yerlerden geliyoruz. Görsel bir sanatçı olarak benim için önemli olan sahip olduğum
köklerdir. Seçtiğim hikâyelerin çoğu geniş bir mitolojik yelpazeye sahip. Fakat bu hikâyeleri doğrudan resmetmek
yerine, başka bir evren yaratarak yeniden yorumluyorum. Bu durumda eski mitoloji kaybolmuyor ama tekrar
tekrar farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Böylece gelenekler, renk ve imgeler ile ifade ettiğim kişisel dünyamı yaratan
bütünün parçalarından biri hâline geliyor. Ortaya düşsel bir Mezopotamya çıkıyor. Mitolojik bir dünya yaratma
fikri benim için çok bilinçli bir seçim olmadı. Büyük anlatıları çocukluğumda benimle sürekli paylaşan büyükannemdi, Müslümanlığa geçmiş bir Ermeni olarak, bana sadece tek bir kültürün değil, tüm halkların destanlarını anlatırdı. Dolayısıyla dinî ve kültürel hoşgörünün bu hümanist geleneği içinde büyüdüm. Ürettiğim ve bundan sonra da üreteceğim işlerin felsefi kökeni o zaman oluşmaya başladı.
■ Eserlerinizin dünya çapında ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?
Sanat farklı bakış açılarını görmemizi, keşfetmemizi sağlıyor; yaratıcı zihinlerin dünyasını görüyoruz. Üstelik
çağdaş sanatı anlamak için üretilmiş bir formül yok, bir çağdaş sanat eserine baktığımızda kendi geçmişimize,
karakterimize, düşünce yapımıza göre bir anlam çıkarabiliyoruz. Karşımızda anlatılan değil doğrudan deneyimlediğimiz, yaşadığımız bir şey görüyoruz. Bugün küresel sanat platformlarında görünür olan işler özgün, yaratıcı, kültürel farklılık ve çeşitliliği referans alan ve izleyiciyi sürece dâhil ederek farklı deneyimler sunan işler oluyor. Çağdaş sanatın sunduğu bu özgür deneyimleme biçimleri ve teşvik ettiği farklı bakış açılarından dolayı önemli olduğunu düşünüyorum. Bugün sanata, sanatçıya ve ürettiği işlere yaptığı katkılara göre bakmak gerekiyor. Çalışmalarım, yaşadığım coğrafyanın kültürel tarihini, bu kültürün gelişimi, başarıları, trajedileri ve çağdaş kültür
üzerindeki etkileri üzerine yapılan derinlemesine bir araştırmayı işaret ediyor. Anadolu kültürüne, klasik kültüre
ve doğduğum toprakların efsane ve mitlerine olan ilgimi gerçek anlamda içselleştirdiğim ve işlerime bunu yansıtabildiğim, yeniden yorumlayabildiğim, dolayısıyla da özgün bir sese sahip olabildiğim için dikkat çektiğimi düşünüyorum.
■ Peki, Türkiye çağdaş sanatının uluslararası sanat arenasındaki algısı ne durumda?
20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye çağdaş sanatı büyük bir ivme kazandı. Kendi içinde büyük farklılıklar taşıyan,
kimi zaman provakatif, kimi zaman şiirsel unsurlar içeren bir oluşum. Bağımsız seslerin duyulur olduğu, tabuların
alaşağı edildiği, sanatçıların uluslararası sanat ağının tekil birer parçası hâline geldiği bir döneme tanıklık ediyoruz.
Ama elbette bu bir oluşum ve seyrini hep birlikte göreceğiz.

■ Biraz geriye gidelim isterseniz. Yaklaşık 20 yıl boyunca Anadolu’da ve Mezopotamya’da sanat, tarih, gastronomi, mitoloji ve sözlü kültürün izlerini sürdünüz. Bu yolculukların sanatınıza ne tür yansımaları oldu?
Güneşin İzinde belgesel dizisi daha önce yapılmamış bir şeydi ve bana her zaman hayalini kurduğum araştırma gezilerini yapma olanağı verdi. Beş yıl boyunca tarihî mekânları gezip, oralarda yaşanmış hikâyeleri, destanları, mitleri araştırıp derledim. Tüm çalışmalar profesyonel bir ekip tarafından sesli ve görüntülü olarak kayıt altına alındı, belgesel dizisi olarak TRT 1’de yayınlandı. Anadolu’yu gezerken mozaikleri ve freskleriyle pek çok eski kilise gördüm. Bazıları camiye dönüştürülürken resimlerin üzerleri sıvanmış, kısmen zarar görmüş. Zamanla dökülen bazı sıvalar altından figürlerin göründüğü duvarlar, tıpkı bir tuval gibi benim resimlerim için bir esin kaynağı oldu. Gittiğimiz yerlerin tarihî mekânlarında, geçmiş zamanlardaki insanların yaşamlarını duyumsamak, farklı kültürleri
incelemek ve bunları insanlarla paylaşmak amacıyla çıktığımız bu keşif benim işlerimin içeriğini büyük ölçüde
şekillendirdi. Mitolojinin her şeyin başlangıcı olduğunu düşünüyorum. İşlerimin kendi kültürümden referanslar taşıyor olması ve bu mitolojileri içinde yaşandığımız zamanla ilişkilendirebilmek benim için çok önemli. Çünkü eserlerim bu temel yaklaşımın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kurguladığım işler izleyiciyi, uygarlığın doğuşuna kadar geri götürebiliyor, iyi ile kötü, savaş ile barış arasındaki mücadeleyi tanrılar, insanlar ve kültürler arasındaki ilişkileri gösterebiliyor.
■ Yakın gelecekteki hedeflerinizden biraz bahsedebilir misiniz?
57. Venedik Bienali’nin ön hazırlıkları için çalışmaya başladım. Bu yılın sonunda Mark Peet, Visser Gallery Amsterdam’da yeni işlerimden oluşan özel bir koleksiyonla kişisel sergimi planlıyor. Marlborough Gallery de önümüzdeki iki yıl içinde sergi takvimimi şimdiden oluşturdu; İsviçre, Hollanda, Katar, Dubai, New York ve Londra’da kişisel sergilerimi düzenleyecekler.

 

Yazar Hakkında

Melih Uslu

MELİH USLU
1976 Almanya doğumlu. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Sabah Gazetesi, Gezi Travel dergisi, Levenin Turkije, Skylife, Sun Times, Pegasus Magazine, Gulf News, Die Welt ve The Daily Telegraph’ın aralarında bulunduğu bir çok uluslararası yayında editörlük ve yazarlık yaptı. 35 ülkenin yanı sıra Türkiye’nin tamamını gezdi. World Travel Channel’da programlar yaptı. Nereye Gitmeli? isimli kitabında röportajlarını toplayan Uslu, seyahat ağırlıklı birçok kitaba katkıda bulundu. Psikolojik danışman eşiyle birlikte İstanbul’da yaşıyor ve İngilizce - Almanca biliyor.

Yorum Ekle