Gündem

Medeniyet Hafızası: Kırkpınar

Bu yıl eski Osmanlı başkenti Edirne’de 654. kez yapılacak olan Kırkpınar Yağlı Güreşleri, Orta Asya topraklarından bugüne gelmiş bir kültürel miras, kadim bir gelenektir.

Davul ile zurnanın heyecan yüklü ritimleri eşliğinde çayır pehlivanlarının peşrevleri ile bir ahenk, bir cazibe dünyasıdır güreş. Yaklaşık yedi yüz yılı bulan geçmişi ile insanlık tarihinin tüm sporlarına kafa tutar. Ne 500 yıllık geçmişi olan sumo ne yüz otuz yıllık tenis turnuvaları ne de günümüzün popüler diğer organizasyonlarının bir Kırkpınar’a erişmesi mümkün değildir. Bu nedenledir ki güreş, Türkler için bir spordan çok daha fazlasıdır.

Anadolu’yu yurt edinmiş Türkler için güreşin tarihi, fetihler ile beraber ilerler. Türk ordularının Gelibolu vasıtasıyla Avrupa’ya geçişi, Türk tarihinin en önemli olaylarından biriydi. Akın başlamıştı, durmak yoktu. Alperenler “Kızılelma”ya doğru akmaya devam etti. Şimdiki hedef Edirne idi. Çarpışa çarpışa Edirne’ye ilerleyen gaziler, 1357 yılının mayısında Gaziler Yaylası Savaşı’nı kazandı. Buna çok sevinen Şehzade Süleyman ve alperen arkadaşları Hıdrellez’e tesadüf eden gün, civardaki çayırlıkta güreş tuttu. Bu hem bir kutlama hem müteakip savaşlar için idman olacaktı. Meydana çıkan 40 yiğit aralarında eşleşip güreş bağladı. Galiplerin yeniden eşleşmesiyle iyice şenlenen çayırlıkla yenen yendi, yenilen yenildi. Lakin güneşin batmasına rağmen yenişemeyen iki cengâver ay ışığında boğuşmaya devam etti. Selim ve Ali isimli alperenlerin hayli zaman sonra takatleri kesildi, ulu çınarlar gibi aynı anda çayırlığa devrildiler. Yanlarına gelen gaziler, ikisinin de cancağızlarını vermiş olduklarını gördüler. Onları, yan yana oracıktaki bir incir ağacının koynuna defnedip ordugâha döndüler.

Şehzade Süleyman, işte bu “Kırklar Güreşi”nden kısa bir müddet sonra, Gelibolu yakınlarında bir av esnasında atından düşerek şehit oldu. Gaza sancağını ağabeyinden devralan Şehzade Murad ve yadigârlar, 1361’de hedefe ulaştılar. Edirne Türklerindi. Ve Murad, babası Orhan Gazi’nin ölümüyle artık Padişah Birinci Murad-ı Hüdavendigâr olmuştu.

Sultan Murad ve gaziler, fetihten sonra bir taş dikmek, bir Fatiha okumak için arkadaşlarını defnettikleri kutlu çayırlığa döndüler. Bir de baktılar ki burada, iki şehidin bağrından fışkırmış kaynak, Arda’ya doğru akıp gitmekte. Bunu, arkadaşlarının Allah’ın rızasına kavuştuklarına, “Kırklar”a karıştıklarına işaret saydılar. Buraya “Kırklar Pınarı” dediler. Söylene söylene, “Kırkpınar” oldu. O gün bu gündür bu meydan iki yiğidin hatırasına Kırkpınar yağlı, güreşleri ile şenlenir oldu.

Koca bir tarihe adını vermiş Kırkpınar’ın cesur cengâverleri gibi, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde cesurca güreşerek, adlarını geçmişten günümüze taşıyan güreşçilerimiz, oyunlarıyla ve kahramanlıklarıyla yediden yetmişe tüm güreş tutkunlarına halen ilham vermeye devam etmektedirler. Güreşin efsane isimlerinden belki de en önemlisi, Kel Aliço’dur.

KIRKPINAR’IN EN’LERİ

Başpehlivan denilince ilk akla geleni, Kırkpınar tarihinin “enleri” listesinde en tepeyi işgal eden Aliço, 1844 yılında Plevne’de doğar. Daha çocukluk çağında güreşe başlayan Aliço, kısa sürede dikkat çeker. Kırkpınar, er meydanında boy göstermeye başlar. Sultan Abdülaziz’in pehlivanı Kavasoğlu İbrahim’e istidatlı pehlivanlar bulması yönündeki talimatı üzerine İstanbul’a getirilen Kel Aliço, Padişaha bağlılığı, saflığı, dobralığı onu şamdancıbaşılığa kadar yükseltmesinin yanında; hemşehrisi Kavasoğlu’ndan sonra saray başpehlivanı olur. Güreşi bıraktığı 1894 yılına kadar 26 yıl üst üste Kırkpınar başpehlivanlığını elinde tutan Kel Aliço gerçek bir kahramandı. O yıllarda üst üste üç yıl başpehlivanlığı kazanabilene kemer veriliyor olsaydı Kel Aliço’nun tam dokuz tane altın kemer alması gerekirdi.

1857 yılında bugün Bulgaristan sınırlarında yer alan Şumnu kasabasının Karalar köyünde dünyaya gelen Koca Yusuf, güreşin efsane isimlerinden biridir. Çocukluğu Bulgarların Türk köylerini bastığı bir ortamda geçen Yusuf, çevikliği, kuvveti ve ustalığının yanı sıra; açık sözlülüğü, mertliği ve manevi hassasiyetiyle de dikkatleri çeker. 20 yaşına geldiğinde kendisine idman verecek pehlivan bulamayan Koca Yusuf, çoğu zaman tek başına çalışır. Koca Yusuf, 1885 yılında, 26 senedir Kırkpınar başpehlivanlığını elinde bulunduran Aliço ile kıran kırana geçen bir kapışmada berabere kalır. Aliço da sonrasında, yaşının ve büyüklüğünün icabından olsa gerek, Koca Yusuf’un başpehlivanlığa layık bir yiğit olduğunu kabul eder ve başpehlivanlığı iradesiyle ona devreder. Bu tarih itibariyle Yusuf, Osmanlı İmparatorluğu’nun başpehlivanıdır. Karşısına çıkan hiçbir pehlivan, kendisinden bu unvanı almaya muvaffak olamaz.

Kırkpınar’ın çimlerinden, modern dünyanın gözleri önünde güreş sanatını sergileyenlerden bahsetmemek olmaz. Bunlardan belki de en önemlisi yalnız dört kapışmada, toplamda yedi buçuk saat güreşen Fransızların efsane ismi Paul Pons’un; “Yusuf’tan daha mahir ve teknik” dediği Türk efsanesi, Kara Ahmet. Meşhur Eyfel Kulesi’nin yapıldığı 1899 yılı Aralık ayında tertip edilen Dünya Profesyonel Güreş Şampiyonası’nın “Dünya Profesyonel Güreş Şampiyonu” ya da tabir-i mahsusu ile “Cihan Şampiyonu” nevi cihan… Zamanının daha namlı pehlivanları arasında kuvvetçe daha zayıf olmasına rağmen, Koca Yusufların, Adalıların, Kurtderelilerin, Filiz Nurullahların erişemedikleri profesyonel dünya güreş şampiyonluğunu zekâsıyla kazanmaya muvaffak olan ilk Türk pehlivanı. Kara Ahmet, nam-ı diğer Dünya Şampiyonu, Kırklar Güreşi’nden olimpiyatlara kadar süre gelen Türk güreş macerasını dünyaya tanıtan ilk isimdir.

Kırkpınar güreşlerinde, Batılının tamamen yabancı olduğu temel dinamikler var: Tarih şuuru var, kültürel derinlik var, gelenek var… Sosyal boyutunun içerdiği bu değerlere ilaveten özündeki dinî ilkeler, ahlaki güzellikler, insani incelikler ve edebî sanatlar; güreş etrafında sihirli bir nefaset halesi oluşturdu. Dünya üzerinde çok az spor türü için, adeta tecessüm etmiş böyle bir manevi doku söz konusudur. Güreşin mihverini oluşturan pehlivan; tarihçilerin ittifakla, “Medine-i fazıla” olarak tarif ve tespit ettikleri kıymetlerin simgesi olmak zorunda idi. Pehlivan olabilmek ve kalabilmek buna bağlıydı. Çünkü kıstaslar asırlar içinde özenle ve emekle gelişmiş, billurlaşmıştı. Gelenek geleceğe ancak bu şekilde aktarılırdı.

Birinci Murad, “İslam ordusu eğlensin” diye Edirne Güreşçiler Tekkesi’ni gürbüz, kuvvetli, hünerli gençler için yaptırdı. Gaza meydanlarının “düğün” gibi algılandığı bir anlayışta, tabiatıyla güreş de bir çeşit eğlence olmaktaydı. Spor tekkelerinin kurucuları, meşhur ilk tekke şeyhleri, gaza yoluna baş koymuş gazi dervişlerdi. Pehlivan tekkeleri, sporu bir ideal, bir gaye uğruna gerçekleştiriyorlardı. Tekkelerin amaçları ise pehlivanı her yönüyle eğitmek, erdirmekti.

Neslin nazarında cömertlik, dürüstlük, tevazu, sabır, ahlak, terbiye, değerlere saygı, cesaret ve en mühimi akl-ı selim, kaba kuvvetten önemliydi. Bu ölçülerin yoğurduğu pehlivan karakteri idi asıl olan; aksi benimsenmez, camiadan dışlanırdı. Yarışmanın kazanmaktan daha önemli olduğu felsefesi daha çocukken aşılanan pehlivanlar her daim, Allah Allah nidaları, dua ve salavatlarla er meydanına salınırdı. Bir gaza ve fetih ruhu içinde mücadele eden pehlivanlar, geçmişten günümüze saklı kalan bir medeniyet köprüsünü ışıldatmaktadırlar. Dualar, yüzyılların damıttığı maniler ve davul zurnanın ahenkli ritim tutuşları, cengâverlik ve çelebiliğin er meydanında kendini gösterdiği Türklerin ata sporu güreş, Orta Asya topraklarından bugüne gelmiş bir kültürel miras, kadim bir gelenektir. Bu nedenledir ki bugün güreş, hâlâ Türkiye’nin en başarılı olduğu spor dalıdır. Anadolu’da halen aktif 150’den fazla meydan, yediden yetmişe tüm pehlivanların katıldığı bir gelenek yelpazesidir. Ahlakın ve edebin er meydanında yoğrulduğu yağlı güreş, aslında bir medeniyet hafızasıdır.

Yazar Hakkında

M.Mücahid Demir

Yorum Ekle