Dosya

Osmanlılarda Kıyafet ve Kimlik

Bireylerin renk, kumaş ve şekil tercihleri vardı: Birisi daha ziyade beyaz, diğeri rengârenk giyinirdi. Birisi kaftan üzerine vücutta bol duran feracelerle geniş kontoşlar, diğeri cübbe türünden binişler tercih ederdi.

Yer: İstanbul Sultanahmet At Meydanı. Tarih: Haziran 1582. Osmanlı Padişahı Üçüncü Murad, oğlu Mehmed’in sünnetini kutlamaktadır. Sarayın az ötesinde, Ayasofya’nın yanı başında, şehrin göbeğinde olan meydanda kırk gün merasim var. Esnaf loncalarının geçitleri, eğlenceler, cambazlar, herkese dağıtılan kese kese paralar, hediyeler, yemekler… Tam bir şehir bayramı, çünkü bir gün becerilerini sergileyerek gösteriye katılan esnaf mensupları, ertesinde seyirci olarak yine meydana gelir.

Bu öyle bir kutlamadır ki bittikten sonra bile hatırlanarak kutlanır! Şairlerin kasidelerle methettikleri bu günler hakkında devrin genç ve hırslı entelektüellerinden birisi olan Mustafa Âli, Cami ul-Buhur der Mecalis-i Sur isimli 2772 beytlik bir uzun eser kaleme alır. Bu eserde, meydanda geçen olayların yanında saray içindeki kutlamalara da yer verilir, asıl sünnet törenine de değinilir, devlet erkânının katıldıkları yemekler anlatılır. Cami ul-Buhur’un bir nüshası hâlâ Topkapı Sarayı’nda bulunur, lakin minyatürler için boş bırakılmış çerçevelere hiç bir zaman bir şey nakşedilmemiştir. Ancak Osmanlı Sultanı Üçüncü Murad’ın emri üzerine bugün İntizamî diye bilinen başka bir şairin metnine nakkaşhanenin sanatçıları tarafından muhteşem minyatüler yapılmıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkan yazma, bugünün meşhur 1582 Surnamesi’dir.

Bu yazmanın bir resminde şu sahne var: Arka planda İbrahim Paşa Sarayı’nın üst katındaki kasırdan oğlu Şehzade Mehmed ve iki maiyet silahdarı ile aşağıyı seyreden (ve seyrederek ortada olanları bir şekilde de kendi irade ve merhametinin tezahürü haline getiren) sultanın gözünün önünde bazı yeniçeriler iki kişiye kaftan giydiriyor; ön planda üçü sarıklı, ikisi de yeniçeri olan beş kişi omuz üstüne kıyafetler atmış duruyor.

Bu sahne, kaftan giydirilen iki kişinin ödüllendirilmesini anlatıyor. Osmanlılar, madalya ve nişanları ancak 19. yüzyıla girilirken kullanmaya başladılar; o zamana kadar mükâfat olarak ya atlar ya da hil’at diye bilinen değerli kaftanlar verilirdi. Mustafa Âli’nin metni, bu mükâfata dair rekabeti anlatır: Üçüncü Murad bir grup rütbeliden herkese aynı tür takımla, aynı kalitede birer at dağıtıyormuş. Son derece dindar olan sultanın hocası, devrin önde gelen âlim ve tarihçisi Hoca Sa’d ed-Din bundan hoşnut olmamış ve beylerbeyilerin hocalardan aşağı sayılması gerektiğini söylemiş, sultan da ona uymuş.

Resme bakılırsa bu tür hikâyelerin yansıması görülüyor. Hil’at giydirilen biri bir kul kethüdası, yani çok yüksek bir yeniçeri zabıtı, diğeri ise sarıklı biri, büyük bir ihtimal ile bir âlim. Resim, sultanın cömertliğini dengeli, hatta adil bir davranış olarak gösteriyor. Çizilen kıyafetler elbette gündelik elbiseler değildir. Kaftanların upuzun yenleri vardır: Onlar gayet kullanışsız süs unsurlarıdır.

Ayrıca başka bir şey de dikkat çekicidir: Aslında herkes benzer şeyler giyer, kıyafetler arasında farklılıklar, kavukların renk ve şekillerinden ibarettir. Bir de kumaşların kıymetinden, hil’atlarda kullanılanlara altın rengi hâkimdir; belli ki onlar sırmalı, ağır dibalardır.

Zenginler, yüksek rütbeliler ipek karışımı kumaşlar, pahalı kürkler giyerdi, diğerleri ise asla… Bunları resimlerde fark etmek zor (Şehzade Mehmed’in sünneti bir yaz ayında kutlandığı için kürklü elbiseler ortada zaten pek yoktu); ancak burada başlıklar hariç ne üniforma ne de tek tek bireylerde “şahsî” bir üslup söz konusudur.

Minyatürlerin bir gerçekçilik derdini ne kadar taşıyıp taşımadığı tartışmalı (ve sanat tarihçiler tarafından tartışılmaktadır);ancak ortaya çıkan intiba belli: Osmanlılarda bu “dışarıda” giyilen kıyafetler, uzun zaman nispeten az değişen, modaların rolü büyük olmayan bir süreklilik içindeydi. Bu sürekliliğe aslında erkeklerle kadınlar çok benzer bir şekilde katılıyordu, çünkü ikisi de prensipte aynı tür kıyafet içindeydi: Entari üstüne kaftan. Geri kalanlar ikincildi: Entarilerin altındaki gömlek ve don veyahut şalvar, ayakkabılar, kemerler, kaftanın üzerine atılacak üstlükler… Kadın giyimini, erkeklerinkinden asıl fark ettiren örtüydü: Dışarıya çıkan kadını görünmez (ve aynı anda görünür) kılan hicap unsuru. Uzun, hatta yüzyıllarca devam eden kendi içinde tutarlı bir motif dünyası da fark edilebilir: Hatayiler, laleler, karanfiller, yıldızlar, Doğu Asya’dan mülhem çintomaniler… Bunlar, sırf kumaşlarda kullanılmazdı; ahşap işlerinde, çinilerde, seramik kaplarda, kitap ciltlerinde de yerlerini alır, Osmanlı estetiğine ayrı bir tutarlılık verirdi.

Bütün bunlardan taşralarda giyilenler hariç tutulmalı. Yerli giysilerin bambaşka bir dünyası vardı. Arnavut çobanı, Kahireli tüccar ve Mezopotamyalı bedevi farklı farklı giyinirdi. İklim koşullarıyla sosyal şartlar başka bir şeye imkân bırakamazdı. Ancak İstanbul’da, Edirne’de ve orduda giyilenler hem minyatürlerde hem de Latin Avrupası’nda yaratılan gravür, yağlıboya ve çizim albümlerinde böyle nispeten kapalı, uzun soluklu, pek şahsi olmayan, modanın rolü de az olan bir Osmanlı giyim üslubunu anlatır. Bu betimlemelerde herkesin yeri, kafasındaki başlıktan ve giydiği kıyafetlerin kıymet ve kalitesinden bellidir, ancak bundan başka acayip bir ortaklık söz konusudur.

Durum gerçekten acayip olurdu. Ancak tereke defterleri gibi yazılı kaynaklardan ve nispeten az sayıda hâlâ ortada olan kıyafet parçalarından öğrendiğimiz vaziyet daha normal: Ali’nin zevki, Veli’ninkiyle aynı değildi; Ahmed Paşa’nın tercih ettikleri, Osman Paşa’nın beğenisine uygun olmazdı. Bireylerin renk, kumaş ve şekil tercihleri vardı: Birisi daha ziyade beyaz, diğeri rengârenk giyinirdi. Birisi kaftan üzerine vücutta bol duran feracelerle geniş kontoşlar, diğeri cübbe türünden binişler tercih ederdi. Birisi ağır kürkler, diğeri seraser veya kılabdanlı türünden sırmalı ipeklilere para yatırırdı. Ki en pahalı kıyafetlerde belki şahsi tercih en az rol oynamış olabilir: Hil’atlar elden ele, omuzdan omza dolaşırdı, hatta müsadere yoluyla uzun bir seyahattan sonra yine saraya dönüp yeniden kullanırdı: Değerli kumaşlar atılmazdı.

Osmanlı kıyafet evreninde böylece en Veli’nin çok şahsi zevkleri vardı ve bilfiil giydiklerinde ifadesini de bulurdu. Ancak kafalara geçirdikleri esvap parçası, ait bulundukları toplumsal grubu belli ederdi ve kullandıkları elbiselerin kalitesi toplumsal statülerleriyle de az çok uyum içinde olurdu. Nihayet herkes bir dereceye kadar muhayyel, fakat ana hatları son derece tesirli ve tutarlılık sağlayan bir kıyafet evreninde hareket ederdi. Betimlenen de hep bu tabaka idi.

Bu evrenin sonu, modernite ile birlikte gelirdi. Önce İkinci Mahmud’un (1808-39) askerlerle, kalem memurlarına mecburi kıldığı, sonra da Müslim – gayrimüslim şehirli erkeklerin Osmanlılığın nişanesi olarak giymeye başladıkları fes,başta sultan olmak üzere vazifeliler tarafından giyilen üniformalar, üniformasızların üniforması haline gelen pantolon ve İstanbulî denilen ceketler, kadınlara mahsus Latin Avrupa tarzı elbiseler ve beraberlerinde gelen yıldan yıla değişen modanın kavramı Yeni Çağ Osmanlı kıyafet evrenine, en azından bir dereceye kadar, daha 19. yüzyılda son verdiler. Avrupa ile ilişki içinde olan, fakat kendine göre gelişen Osmanlı modernitesi bir kılık kıyafet devrimini beraberinde getiriyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin buna dair inkılapları bu modernitenin devamında tahakkuk edecekti.

Yazar Hakkında

Christoph Neumann

Yorum Ekle