Röportaj

Savaşın Edebiyat Olarak Portresi

AVUSTRALYALI TARİHÇİ JONATHAN KING’İ BRİTANYALI YAZAR LOUIS DE BERNIÈRES İLE BİRLİKTE 2015 YILININ NİSANI’NDA ÇANAKKALE’DE BİR ARAYA GETİREN, AYNI SALONDA ORTAK BİR DİNLEYİCİ GRUBUNUN KARŞISINA ÇIKARAN NE OLABİLİR?

Bu uzun ve yorucu seyahatler, sadece iki yazarın kitaplarını daha geniş bir okuyucu kitlesine tanıtma arzusuyla ve buna eklenen Bursa’da başlayıp Çanakkale’den geçerek İstanbul’a uzanan yeni bir zahmetli yolculuğu, sadece coğrafi ya da edebi merak gibi sebeplerle açıklayabilir miyiz?

Elbette bu, geçmişi daha iyi anlayabilme ve bugünü daha yaşanabilir hale getirme arzusudur.

Yüz yıl önce 25 Nisan 1915 sabahı Gelibolu yarımadasına geçmişi anlamak için değil, geleceği şekillendirmek üzere gelenlerin torunları bugün artık on binler halinde ellerinde haritalarla kim, ne zaman, nereye ayak basmış bulmaya, belki de geçmişi anlamaya, geçmişin hatalarını bulmaya çalışıyor. İsim yapmış iki kalem erbabı olarak J. King ve L. de Berniéres de müstesna olmadıklarını, Çanakkale Anıtı’na giden yol üzerinde gördükleri kitabenin önünde durup mermere kazınmış Türkçe dizeleri sorduklarında gösteriyorlar. Tercüman dili döndüğü kadar çeviriyor kelimeleri tek tek ve özenle. Ama çeviriyor kelimeleri tek tek ve özenle. Ama nafile, anlam hâlâ kaskatı duruyor mermerin üzerinde:

“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten edcad inerek öpse o pak alnı değer”

Birbirini tanımayan binlerce insanın bu toprakta karşı karşıya gelmesine ve hayatlarının sonsuza kadar değişmesine yol açan savaş, bugün edebiyat ve tarih arasında karmaşık bir bağ oluşturuyor.

L. de Berniéres’in anne tarafından dedesi Gelibolu’da savaşa katılmış ve ağır yaralanmış. Babaannesi ise nişanlısını bu savaşta kaybetmiş. Hayatı, bu nedenle tamamen değişen ailesinden bahsederken yazar, 1915’te, bu topraklarda kesişen hayatların bugünün dünyasını ve insanların kaderini de nasıl etkilediğini dile getiriyor. “Eğer bu savaş olmasaydı, ben de olmazdım, zira babaannem Gelibolu’da ölen ilk nişanlısıyla evlenemediği için dedemle evlendi.”
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Anadolu’nun bir köyünde yaşanan değişimi anlattığı Kanatsız Kuşlar romanını yazmak için Fethiye yakınlarındaki Kayaköy’de bir süre yaşayan L. de Berniéres, 2004 yılında yayınlanan romanındaki etkileyici atmosferi oluşturabilmek için Türkiye’de hikâyeler topladığını ve gözlem yaptığını anlatıyor.

Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve ardından mübadele dönemi, tipik bir Osmanlı yaşantısına evsahipliği yapan, müslümanların gayrimüslimlerle aynı havayı teneffüs ettikleri köyün kaderini sonsuza kadar değiştirir. Kendi ataları da Fransa’dan İngiltere’ye savaş yüzünden göç etmek zorunda kalmış olan Britanyalı yazar, dedesinin, babasının ve annesinin her iki dünya savaşına dair tecrübelerini dinleyerek büyümüş. Hatıralar, bugünün insanının hayatını ve hayalgücünü kaçınılmaz biçimde etkiliyor.

Geçmişin sayfaları ve hatıralarıyla yolunu çizmiş bir başka insan, bize göre dünyanın diğer ucundan gelen Avustralyalı tarihçi/gazeteci Jonathan King ise atmosfer söz konusu olduğunda 2005 yılında yayınladığı Gelibolu Günlükleri’nin tamamen gerçek belgelere dayandığı ve savaş bizzat yaşayan askerlerin gözünden anlatıldığı için kitabının güçlü etkisinin farkında.

Nisan 1915’te başlayıp Aralık ayına kadar devam eden bu harekâtın her bir gününe ait bir günlük veya mektup bularak Arıburnu’nda başlayan çıkarmayı günbegün anlatan bir eser meydana getiren Avustralyalı tarihçinin de Gelibolu’ya gelen askerler arasında akrabaları var.

Kısaca söylemek gerekirse, bu savaş “bizim için vahim bir hataydı” diyor Dr. King. Kitabının mesajı son derece açık ve kesin: Yaklaşık sekiz bin genç, dünyanın uzak bir köşesinden ne uğruna olduğunu bilmedikleri bir savaş için, nerede olduğunu bile bilmedikleri bir toprakta ölmeye geldiler ve her açıdan yanlış bir muharebenin içinde buldular kendilerini.

Jonathan King’e göre yayınlanan günlüklerin en etkileyici yanı, bazılarının siperden çıkıp vurulmadan hemen önce askerlerin yazabildiği son satırlar olması.

1915 yılındaki çıkarmaya katılmış askerlerden hâlâ hayatta olan son on ANZAC askerine ulaşıp onlarla röportaj yapmayı başarmış olan Dr. King, “Amacım,”diyor, “bir daha böyle hata yapılmamasını sağlamak.”

Daha sonra üçüncü bir yazar katılıyor gruba, bu kez fazla uzaktan değil. Demet Altınyeleklioğlu, Gülüm romanında bu kez hayalgücünü farklı bir açıdan Gelibolu muharebelerine yönlendiriyor. Savaşın karşı karşıya getirdiği iki insanın aşkı, romanın geçmiş ve gelecek zaman arasında gidip gelen kurgusu içinde hayat buluyor.

Burası zamanın şaşırtıcı katmanlarının üstüste biriktiği olağanüstü bir toprak, görünenin altında daha nice katmanlar var. 1922’de, bir savaş muhabiri olarak Türkiye’de bulunan Ernest Hemingway darmadağınık bir biçimde geri çekilen Yunan askerlerine bakarak şöyle der: “İşte ikinci Truva kuşatmasının sonu.”

25 Nisan’da Bursa’da başlayan, Çanakkale’de devam eden ve İstanbul’da 28 Nisan’da sona eren bu seyahat, hızla geçip giden zamana kıyasla sadece dört kısa günden ibaret olsa da, geçmişle aramızdaki derin vadilere kurulmuş uzun bir köprü olduğu için önemli ve eşsiz.

Gerçeğin izlerini bulmak ve onu yeni nesillerle paylaşmak arzusu, ister bir edebiyatçının hayalgücünden destek alsın, ister bir tarihçinin bize sunduğu hiç el değmemiş tarihî tanıklıklardan çıksın, farklı dünyaların kesişen yollarına ve geleceğimizi biz fark etmeden etkileyen buluşmalara ilham veriyor. Arıburnu kıyılarında dolaşırken hâlâ şarapnel parçaları bulduğunu söyleyen L. de Berniéres haklı, bu kıyılarda etrafa saçılmış, yüz yıl öncesinden kalma daha nice sırlar olmalı.

Yazar Hakkında

Boğaç Babür Turna

Yorum Ekle