Bazı özlü sözler ya da epigraflar öylece bir çırpıda okundukları gibi tam manasıyla kafamıza yerleşmezler. Onlar büyük birikimlerin çok özenle seçilmiş kelimeleriyle bir araya gelir ve bizi derin hatta çok derin düşüncelere zorlar. “Ölümcül kıskançlığı” 19. yüzyılda Osmanlı’daki modernleşmeyi de zemine alarak kaleme almaya çalıştığım Çellocu romanımdaki ilk epigraf işte büyük yazar Tanpınar’ın bu çok özel sözüyle açılır. Naçizane diğeri de bana ait olan bir sözle: “Notalar kelimelerden günahkârdır.” İlk romanım Gırnatacı’nın epigrafı da yine Tanpınar gibi müziğe çok düşkün bir Rus romancısına, dev bir edebiyatçıya aitti: Turgenyev’e: “Bundan sonrasını ancak bir müzik parçası anlatabilir.”
Evet, roman sanatını ihmal edilmiş bir kreşi daha vardı, o da “müzik”. Romanların hayatlara benzemelerinin de nedeni, aynen müziğin ana unsur olan ortak paydalarından, yani ritimden kaynaklanır. Kim romanlar senfonilere, kimileri neşeli ya da ezgili halk şarkılarına, kimi romanlara hicaz şarkılara, kimileri arabesk şarkılara benzer. Bana göre ise en çok “nerede başlayıp, nere biteceğini çalgısının bile bilemeyeceği” caz şarkılarına.
MUSİKİ DUAYA BENZER
Tanpınar’a göre musiki, dış dünya ile ilişkisi olmayan “nesnesiz bir sanattır” aynı zamanda. Dergâh dergisinde şöyle yazar Tanpınar: “Musiki giydirilmiş zamandır. Maddesizdir, sesten yani heyecanların en iptidai işaretinden yapılmıştır. Daima oluş halindedir, aynen zaman gibi ve onun nizamıyla kendi kendisinden doğar büyür ve kaybolur.” “Notalar tanrının nefesidir” diyen Beethoven’in yılar önce söylediği bir sözle de tamamlar konuşmasını: “Musiki Duaya benzer.”
Resmi çok seven romanlarında resmin bütün unsurlarını kullanmakta zevk alan bir sanatçı olarak, eski İstanbul peyzajını Ebubekir Ağa’nın, Üçüncü Selim’in ve Dede Efendi’nin bestelerinde ve nağmelerinde arar. Aradığı peyzajı Antoine Ignace Melling’in resimlerinde olduğu kadar bulamasa da, ihtimaldir ki hayal âlemini musiki fazlasıyla besleyecektir Tanpınar’ın. Bunu da 1977 yılında kalem aldığı şu sözünden anlarız: “Dede’nin, mahur bestesini ilk defa dinlediğimde, hayalimde birden bire çıplak bir manzaraya tek başına hâkim olan büyük bir ağaç canlandı. Bu hayal musikinin rüzgârıyla bende doğan bir şeydi, güftesinde böyle bir hayali uyandıracak hiçbir şey olmamasına rağmen… Herkes bilir ki, alaturka musiki dış âlemi örnek almaz.”
Romanları okurken, elbette kelimelerle yapılmış binlerce sahne canlanır gözümüzde. Ama unutmayalım ki, aynı zamanda içimizden de bir şarkı akar. Bazen bir suzinak peşrev, bazen acılı bir arabesk şarkı, bazen de bir senfoninin içinde hissederiz kendimizi. Bazen de nasıl biteceğini kestiremediğimiz biz caz şarkısı…
Yorum Ekle